سیب گاز زده در Son gemi

01 Ağustos 2019 0

art work by Leila Ataya

Isirilmis Elma

Kafam karışmış bir halde çengelli iğnelere bakıp duruyordum. Kalbim güm güm atıyordu. Sanki içimde bir kelebek pır pır kanat çırpıyordu. Annemin dikiş kutusundan yürüttüğüm çengelli iğneler ağızları açık öylece beni bekliyorlardı. Hızlı hızlı iğnelerin ucunu kafalarına sokmaya başladım. Böylece çengelli iğneleri sırayla bir fare kuyruğu gibi birbirine bağladım. Sonra eserime göz attım. Aynen tilkili kadının kolyesi gibi olmalıydı. 

Odamın kapısı kapalıydı. Kırkyama yatak örtüsünün üzerinde sıra sıra dizilmiş ve birazdan kolyem olacak çengelli iğnelere göz gezdirdim. Bu kolye sayesinde ben de sosyetik kadınlara benzeyeceğim diye düşünüyordum. Ayak sesi duyarsam fırlayıp onları saklamam gerekecekti. Bu kolyeyi neden bu kadar çok istiyordum ki? 

Birazdan çocuklar yavaş yavaş gelirlerdi. Şehab’ın ıslığını bekliyordum. Islık çalınca, koşup onlarla oynamaya gidecektim ama ondan önce bu kolyeyi bitirmeliydim. 

Güneş fena yakıyordu. Kalkıp perdeleri çekmeliydim ama yapmıyordum. Kaşınıyordum. Anneciğim kalkıp da camların ve perdelerin açık olduğunu bir görse kıyameti koparır ve hafta boyunca kahvaltılık gevreğimi keserek beni cezalandırırdı. 

Tilkili kadını bir an olsun bile aklımdan çıkaramıyordum. Komşular kadının aklını kaçırdığını düşünüyorlardı. Kimileri yanından bile geçmiyor, ona yaklaşmayı bile haram sayıyordu! Ben haram helal nedir bilmezdim ama tilki kürkünü bir an olsun yanından ayırmadığı için tehlikeli bir kadın sayıldığı sonucunu çıkarabiliyordum. Külkedisinin üvey annesi gibiydi yani. Kalpsiz bir cadı kadın. 

Kendi gözlerimle görmüştüm, otoparkta Şervin ve Saşeli ile bisiklet yarışı yaparken yani. Şura, “Çocuklar, canavar kadın geliyor,” diye bağırmıştı. Canavar kadını yakından görmek istiyordum. Daha önce onu yukarıdan, camdan gizlice gözetlemeye çalışıyordum ve o tam arabasına binecekken, annem onu izlediğimi fark edip yüzüme bir tokat patlatıp pencereyi kapatmıştı. Başka da bir şey görememiştim. Bizim pencerenin önünde sineklik yoktu. Anneciğim oradan düşüp öleceğimi ya da ömür boyu sakat kalacağımı düşünerek pencereye çıkmama hep karşı çıkardı. Ölseydim o nasıl dayanacaktı bu acıya? Baba Ali, hemen Ferhudi Bey’i çağırıp ona bir sineklik ısmarlamıştı. Ferhudi Bey babamın eli ayağıydı, hem şoförü hem tamircisi sayılırdı. Bir de bir kamyonet vardı, onunla köylerinden içinde yağ, peynir ve bal olan teneke kapları taşırdı bize. Arada bir Baba Ali’nin elini öperdi. Her işten anlayan bir adamdı. Mutfaktaki gider mi tıkandı, ona haber gönderirdik ve gelip hemen kafasını deliğe sokardı. Kafasını arabanın motoruna sokar, motoru çıkarır, tamir eder ve yerine yerleştirirdi. Tüm kabloları bilirdi. 

Aslında sihirbazlara benzerdi. Bir keresinde bir elinin duvara düşen gölgesiyle tavşan, diğerininkiyle de köpek yapmıştı. Ben çok gülmüştüm. Elektrikler kesilince gölgelerden bana çizgi film yapardı. Duvardaki eliyle, gölgeleri şekilden şekle sokar,  ağzından türlü ses çıkarırdı. Ferhudi Bey televizyona çıksa çocuklar ona bayılırdı; çizgi filmler arasında Ferhudi Bey’in numaralarını izlemek ne de güzel olurdu. 

İşte bu sihirbaz efendi cama sıkı bir sineklik takınca anneciğimin içi rahatladı. Birkaç gün sonra Baba Ali’nin isteği üzerine tüm camlara da çapraz olarak bant yapıştırıldı. Sanki camlar yaralanmış ve üstlerine yara bandı yapıştırılmış gibi görünüyordu. Ferhudi Bey tüm camları uzun, beyaz yapıştırıcı bantlar ile çapraz olarak işaretledi. Böylece bu camlar, mermiye, topa, tanka karşı güçlenecek ve Saddam’ın gücü bize zarar vermeye yetmeyecekti. Bu uzun yapıştırıcı bantlar bizi de koruyacak, biz ise camları açıp karşı binadaki bayanı izlemek şöyle dursun, camların yanından bile geçmeyecektik. 

Ferhudi Bey de tilkili bayan sokağa çıkınca döner ona bakardı.

Kendi gözlerimle görmüştüm, bisikletimdeydim. Şura’nın, “Canavar kadın geliyor,” diye bağırdığını duyunca bisikletimin üstünde pedal çevirirken dönüp kadına bakmıştım. Canavar kadın, yani tilkili kadın, uzun topuklu siyah deri çizmeleri ve boynuna dolamış tilki kürküyle park yerine girmiş ve siyah Renault arabasına doğru yönelmişti.

Her defasında arabasını çalıştırmak iki saatini alırdı. O siyah çizmelerinin uzun sivri topuklarıyla sonbahar yapraklarını birer birer delip geçerdi. Topukları, yerdeki taşları da deler ve keskin sesi park yerinde yankılanırdı. Ses gider, sonra hemen hızla geri dönerdi. Bu ses hâlâ kulaklarımdaydı; sanki biri kafamın içinde tak tuk tak tuk yürüyordu. Siyah ve uzun, ahır çivisi gibi olan topukları çok yüksekti. Yüzü daha da beterdi. Annemin yüzüne benzemezdi onun yüzü. Sanki yüzüne kireç sürmüşler gibi bembeyazdı. Kafamı arkaya çevirip tilkili kadını izlerken birden bisikletimle park yerinin direklerinden birine toslamış sonra da yere düşmüştüm. 

Elim ayağım şişmiş ve bir hafta okula gidememiştim. Betonun sıyırdığı yanağım pek acıyordu. Anacan başucumda dikilmiş kafasını sağdan sola, soldan sağa sallayıp duruyordu. Anacan’ın alnı ansızın açılıp içinden bir civciv çıksa hiç şaşırmazdım. Karnından duvar saatinin tık tak sesini duysam yine şaşırmazdım. 

Anacan çizgi filmleri andırırdı. Kafasının çevresinde bir duvar saatinin üzerindeki sayıları görsem, sağ gözünün yanında üçü, sol güzünün yanında dokuzu, altıyı ise çenesinin altında ve on ikiyi alnının üstünde görsem yine de yadırgamazdım. Anacan bir çizgi filme benziyordu. Televizyondaki anneanneler gibi. Elleri hep krem kokardı. 

Keşke çizgi film izleyebilseydim. Yatağımı oyuncaklarımla beraber televizyonun önüne götürüp, çaprazlı camların altında televizyon izlerdim. 

Anneciğim her zaman olduğu gibi, sinirli sinirli ateş ölçeri ağzımdan çıkarıp ışığın altına tuttu, “Bir iki derece ateşin var,” dedi. 

Ateşim vardı. Canavar kadının yüzü maske gibi bembeyazdı. Tuhaf yürüyordu. Belli belirsiz kıvırıyordu da. Sanki kıvırıp kıvırıp yürüyordu. Tilki kürkü boynuna sarılmıştı. Küçükken ben de Baba Ali’nin boynunu böyle kucaklarmışım. Boynunu tutarmışım, o da beni sırtına oturturmuş.

Canavar kadının dudaklarını hiç görememiştim. Başını dik tutuyordu, çenesi de azcık havadaydı. Yukarıya doğru yani. Çenesi bir oku andırıyordu. Derslerde gösterilen oklar gibiydi. Belki de çenesi bir radardı, içine manyetik yerleştirilmişti ve onu ileriye taşıyordu. Tilki kürkünün tüyleri beyaz yüzüne değiyordu. 

Sıcak basıyordu, çok yorgundum. Çevremdekiler, insan korkunca böyle olur diyorlardı. Annem ayaklarımı zorla soğuk suya sokup ovuşturuyordu ama iyileşmemi istiyor mu, istemiyor mu ondan çok emin olamıyordum. Arada bir sessizce küfürler savurduğunu duyuyordum. Hapşırıyordum. Gözlerim kapalıydı. 

Anacan’ın hareketli yüzü gözümün önündeydi. Beyaz tahtaya yazı yazarken kullandığımız tebeşirler gibi beyazdı. Düşünüyordum da Anacan’ın yüzü banyodan sonra daha da bir beyazlardı. Kendine özgü bir beyazlıktı. Zaten Anacan’ın her şeyi kendine özgüydü. Çizgi film karakterleri gibiydi. Kendisi de bunun farkındaydı. Her seferinde, neyi tutsam altın olur, derdi. Parmakları kınalıydı. Bembeyaz saçlarında da kına vardı. Anneciğim onun kendini banyoda beyazlatıcı ile yıkadığını söylerdi. 

Anacan banyodan çıktığında sanki kabuğunu atmış gibi olurdu. Onun banyosunda küvet yoktu; ancak onun işini görebilecek, damla damla akan bir duşu vardı. Kireçten muslukları tıkanmış semaver musluklarına benzerdi. 

Bizim evdeki öyle değildi. Ferhudi Bey, her iki banyomuza da şelale gibi akan birer duş bağlamıştı. Ama o duşlar banyoyla kalmıyor, dışarıyı da ıslatıyordu. Halılara akıp üzerindeki çiçek dokumalarını bile suluyordu. Bu duşlar evimize girdi gireli düzen hastası annemin düzeni bozulmuş gibiydi. 

Annem telefonla konuşurken bile tırnaklarının düzgün olmasını isterdi. O yüzden elindeki törpüyü bırakmadan telefonla konuşurdu. Sanki o törpü ile konuştuğu kişi arasında gizemli bir bağ oluşurdu. Bunca tırnak tozunu nasıl temizlerdi aklım ermezdi ama işini biliyordu. Babam en ciddi şirket konularını onunla konuşurken bile, o tırnaklarının kaşık biçimini korumaya çalışır, arada bir babama, “Seni dinliyorum,” demekle yetinirdi.

 Annemin kaynakçılarınkine benzeyen kocaman gözlükleri, törpülediği tırnaklarının tozunun  gözüne kaçmasını engellerdi. Onun deyimine göre numaralı gözlüğünün modeli Guguş tarzıydı. Guguş’un güneş gözlükleri gibi yani. Gözlüğü takıp tırnak altı kirlerini eteğine şutlardı. Törpülenen tırnağının kar gibi tozu havada uçuşup gözlüğünün camlarına konuyordu. Tilkili kadının yüzündeki beyazlık anneciğimin tırnağının beyazı gibiydi. 

Yüksek ateş, uyku ve uyanıklık arasında tilkili kadının yüzünün neden kireç ve tırnak tozundan oluştuğunu düşünüyor, bu düşünceler içinde uykuya dalıyordum. Rüyamda canavar kadını, ayağındaki pateniyle, karşımızdaki park yerinde kayarken görüyordum. Şura, Saşeli ve benimle yarışıyor ve hepimizi geçiyordu. Anacan, mavi Cadillac’ın üstüne çıkıp ıslık çalıyordu. Kafasının üstünde ise bir serçe yuvası vardı. Serçeler uçunca Şehab, Şura, Saşeli ve ben Anacan’a gülüyorduk. Anacan’ın ceplerinden yere şekerler dökülüyordu. Canavar kadın kıvırtıp parmağı ile Anacan’ı göstererek gülerken Anacan’ın kafasındaki yuvadan çıkan kuş guguk gugukdiye ses çıkarıp bir yumurta bırakıyordu. Yumurta yere düşerken canavar kadın mor bir çığlık atıp direğe çarparak bizi güldürüyordu. Anacan Cadillac’ın üstünden yere atlıyordu. İştah kabartan bir kokuyla uyanıyordum. 

Anacan hamamdan dönüp işlerini tamamladıktan sonra Rus kurabiyesi yapardı. Bu kurabiyeler, Nevruz sofrasındaki yumurtaları andırırlar ve çok da lezzetli olurlardı. İçleri çikolatayla dolu olurdu. Ama ne zaman Anacan kurabiye yapacak olsa annem hazırlıklara sinirlenirdi. Fırın her seferinde bir problem çıkarırdı. Ferhudi Bey’in gelip onu adam akıllı tamir etmesi gerekiyordu. Annemin deyimiyle canla başla çalışmalıydı. 

Yavaş yavaş iyileşiyordum. Ateşim düşmüştü. Derisi sıyrılan yanağım ve dizlerim acımıyordu artık. Anacan yaralarımın kabul bağladığını söylüyordu. Okula dönmek istemiyordum. Böyle iyiydi, ders yok ödev yok. 

Pek aldırmıyordum ama annem ben kalkmadan önce gözünde gözlükleri, elinde törpüsüyle telefon başına geçip Sabrina’nın annesine geri kaldığım dersleri soruyordu. Beni yüksek ateş ve hastalıkta bile rahat bırakmıyordu. Elinde kâğıt, kalem ve cetvel ile derslerimi sorguluyor, beni hasta hasta matematik çalışmaya zorluyordu. 

Annem benim de kendisi gibi sınıf birincisi olmamı istiyordu. Ama yatakta yatarken benim aklım park yerinde bisiklete binen arkadaşlarımda oluyordu. Aralarında gülüşüyor, bana ıslık çalıyorlardı. Annem odamı değiştirmek niyetindeydi, neymiş efendim sesten konsantrem bozuluyormuş! Bu yüzden kendimi derslere veremiyormuşum! Hâlbuki hepsini ezberden biliyordum, zaten bir kere dinlemek bana yetiyordu. Ama annem hep tekrar yapmamı istiyordu. Beni bir türlü rahat bırakmıyordu. Bütün derdi Sabrina’nın annesine hava atmaktı. Herkese ikide bir benim derste, müzikte kendine benzediğimi söylerdi. Bunu herkes bilirdi. Baba Ali mühendisti ama anneciğim ondan bile daha bilgili ve tarz sahibiydi. Sabrina’nın annesiyle geçmişten konuşuyorlardı, aynı dönemin öğrencileriydiler ne de olsa. 

İkisi de çok iyi bir okul olan Jandark’a  gitmişlerdi. Duyduğuma göre dünyada hiçbir okul ve üniversite onun gibi değildi. Buna rağmen Sabrina’nın annesi daha az konuşurdu. 

Annem yeşil renkli telefonda asılarak tırnaklarını törpülemeyi bırakmadan Sabrina’nın annesine, yakında bana piyano alacaklarını söylerken gözlerim fal taşı gibi açıldı. Bu esnada kabuk bağlamış diz kapaklarım Anacan’ın karşısında bir ressamın tuvali gibi duruyor ve o da onlara yumurta sarısı veya başka bir şey sürüyordu. Ancak böyle iyileşeceklerini söylüyordu. Bir yandan da onlara dokunmamamı tembihler dururdu. Ama ben ondan gizli, kaşındıkça yaranın kırmızı kabukları ile oynuyordum. Bir an evvel onları koparıp sokağa dönüp çocuklar ile birlikte bisiklete binmek istiyordum. 

Herkes Anacan’a “Hekime Hatun” derdi. Baba Ali böyle bilgeç bir annesi olduğuna şükredip durur, Anacan’dan söz edilince de gözleri parlardı. Bizim ailenin hepsi bilim insanı, pilot, gemi kaptanı, doktor ve mühendistir, diyerek övünürdü. Annem de tam hostes olacakken babamla evlenmişti. Gerçi annem hep, “Aşk kanatlanmamı engelledi, yoksa uçacaktım,”derdi.

İki üç gün sonra okula dönünce yine dersler ve ödevler başlayacaktı. Geçen ay Anacan uzun beyaz saçları ile bize gelince onları nasıl da açıp içine kına koyduğunu görmüştüm. Kına çamura benziyordu ama yeşilimsi bir şeydi. Anacan onu çay gibi demleyip kafasına koyup bağlıyor ve iki gün boyunca gece gündüz onunla yatıp kalkıp yemek yiyordu. İki ay önce yine böyle başı poşet içinde, üstüne çiçekli başörtüsünü geçirmiş halde Rus kurabiyesi partisi yapmıştık. Kurabiyeler pişince de onları kâğıt gibi ince bir porselen kaba dizmiş sonra da annem, üstlerini incecik şeffaf folyo ile kaplamıştı. Folyo hemen buğulanmıştı. Dışarda yağmur yağdığında arabanın camları gibi buğulanmıştı. Üzerine resim çizilen camlar gibi yani. Kurabiyeler kâseler içinde terlemişti. Sonra annem ince porselen kaba dizdiği kurabiyeleri Hurşid Hanım’a vermiş, Tilkili kadına götürmesini istemişti. 

Hurşit Hanım şişman bir kadındı, ara sıra bize gelip halıları yıkar ve durmadan duvarları siler dururdu. Öyle bir silerdi ki sanki duvarın kabuğunu sıyırıp atmak istiyor sanırdınız. Anacan beni hamama götürdüğünde keseyle sırtımı nasıl yapıyorsa yerleri halıları, duvarları, camları öyle silerdi. Sanki hepsine gıcık oluyormuş gibi. Neden adını Hurşid koymuşlardı ki, keşke Mehtap koysalardı daha anlamlı bir kız ismi olurdu.

Tilkili kadın semtimize çok değil, iki aydan kısa bir süre önce taşınmıştı. Karşı binadaki evlerden birinde oturuyordu. Artık onun sadece bir canavar olmakla kalmayıp üstüne bir de sayısız tilkinin canını aldığı anlaşılmıştı! Kimisi onun hakkında, “Kendisi tilki onun zaten,” derdi ve “Ahlaksız, kurnaz biri,“diye eklerdi. Tilkili kadın sürekli çığlık atıp dururdu. Belki de bu yüzden onun arkasından hep “turşusunu kuracaklar” ve “hiç evlenmemiş, arabası bozulunca bile kendisi uğraşmak zorunda kalıyor” diye konuşurlardı. 

Annem ise bir gün uzaktan tilkili kadını adamakıllı inceledikten sonra –adamakıllı diyorum çünkü kocaman gözlüklerinin ardından onu iyice süzmüştü– Baba Ali’ye dönüp, ondan kendisine yurtdışından iki tilki kürkü getirmesini istemiş, bulamazsa da Almanya’da kalıp bir daha dönmemesini tembihlemişti. Almanya dönüşünde baba bavulunu açınca da iki tane tilki kafası dışarıya çıkmıştı. Birinin gözleri kırmızı, diğerininki ise yeşildi. Annem onları omuzuna atıp aynanın karşısına geçmiş ama yine de tilkili canavar kadın gibi olamamıştı. Belki de gözlüklerini çıkarıp uzun topuklu ayakkabılar giymeliydi. 

Kendi kendime tilkili kadının gerçek yüzü sivilceli ve yaşlı olmalı diye düşünürdüm. Belki de beyaz un ile yüzünü örtmesinin sebebi buydu. Bunu Anacan kurabiye yaparken, kınalı ellerini una buladığını görünce anlamıştım. Artık emindim. Hem de çok emindim, yüzünü unla beyazlatıyordu. 

Birkaç kez Şura, Şervin ve Şehab kapımızı çalıp beni oyuna çağırmışlardı ama gidememiştim. Dizlerim zonkluyor, bedenim ağrıyordu ve hafifçe nezleydim. Yağmur yağacaktı. Bir süreydi ikaz alarmının sesini duyulmuyordu ve buna seviniyordum. 

Okula gider gitmez tilkili kadının gerçek yüzünü gördüğümü ve o yüzden bisikletten düşüp yaralandığımı söyleyecektim, “Ama buna değdi,” diye ekleyecektim. 

Onun boynundaki tilki gerçek gibi duruyor, anneminki ise sahte görünüyordu. Annemdeki tilkiyi ilk önce öldürüp sonra şal yapmışlardı. Hâlbuki tilkili kadının boynundaki tilki yaşıyordu, bunu komşunun evine sıkça girip çıkan Hurşit Hanım anlatmıştı. Üstelik Şükrü Bey’in civcivini de bu tilkiler yakalayıp yemişlerdi. 

Şükrü Bey, bu Hurşit Hanım’ın kocasıydı. Aynı zamanda karşıdaki tüm evlerin sahibiydi. Tüm dairelerin anahtarı onda dururdu. Kimin bir işi olsa, Şükrü Bey’i çağırır, adam herkesin mahremini bilir ve tüm evlere girip çıkardı. Yeşil bir takkesi vardı. Akşamları sokakta gözleri kapalı sigara içer, gözleri kapalıyken yürür de hiçbir yere çarpmazdı. Bir keresinde saklambaç oyunu esnasında, babamın Cadillac’ının arkasında saklanırken kendi gözlerimle Şükrü Bey’i görmüştüm; gözleri kapalıyken yürüyor ve kendi kendiyle konuşuyordu. Tam o esnada kurnaz Saşeli hızla omzuma vurup duvara doğru koşarak, “Sobe” demişti. Ben de çok fena bozulmuştum. Şehab ise annemin Jandark okulundakilerin yaptığı gibi saçlarıma bağladığı kurdeleyi çekip çıkarıp havada sallamıştı. Kurdele havada uçuşurken benim uzun saçlarım da açılıvermişti. Anneciğim kolay kolay bağlanamayan saçlarımı çok sıkı bağlardı aslında. “Saç değil, kedi tüyü mübarek,” derdi. Şehab, kurdeleyi açıp kendi boynuna papyon gibi bağlamış, sonra bana gülmüştü. Sonra kavga etmiştik. Hep onlar bir ders bizim önümüzde olurlardı. Bir bahaneyle onu rezil etmek istiyordum. 

Şehab’ın annesi kapıda anneme tilkili kadının teşhirci biri olduğunu, bir an önce aramızda imza toplayıp onu buralardan uzaklaştırmamız gerektiğini söylemişti. Ama bence aslında tilkili kadının yüzündeki o beyaz unun altında pek de teşhir edilecek bir şey de yoktu. Elleri hep eldivenli, ayakları da uzun çizmelerinin içinde olur, yüzü de beyazlıktan dolayı görünmezdi. Hiç anlayamıyordum, doğru dürüst görünmeyen biri nasıl oluyordu da teşhirci oluyordu? 

Saşeli’nin annesi ısrarla onun çok yaşlı olduğunu ama kendini zorla genç göstermek istediğini, ellerindeki buruşukluklar da ortaya çıkmasın diye eldiven giydiğini söylerdi. Merdivenin tepesinde dikilen ve perdeleri asmaya çalışan Hurşit Hanım da benzeri bir şey söylemiş, “Kadının evinde deve, yükü ile kaybolur,” diye söylenmiş, onun ne denli düzensiz ve dağınık biri olduğunu vurgulamaya çalışmıştı. Onun sürekli korkunç çığlıklar atan bir deli olduğunu eklemişti. 

Ben ise her gece bu tilkili, un beyazı düşünceler ile yatağıma giriyordum. Canavar kadının elini yüzünü evimizdeki duşun altında yıkayıp altında ne olduğunu görmeyi çok istiyordum. Sonra da ona, “Neden kocası yok? Neden çığlık atıyor? Neden kıvırtıyor? Neden çenesini yukarıda tutuyor? Neden arabası sürekli bozuk? Neden boynundaki tilki hep sırıtıyor? Gerçekten o tilki Şükrü Bey’in civcivlerini yemiş mi? Neden uzun çizmeler giyiyor? Neden hep eldiven giyiyor? Neden evinde deve, yükü ile kaybolur?” diye sormak istiyordum.

Annem yine telefona sarılmıştı ve Sabrina’nın annesine, beni kayınvalidesinin iyileştirdiğini övünerek anlatıyordu. Bunu kutlamak için yakında bir araya geleceğimiz ufak bir kutlama yapacağımızı da ekliyordu. Biliyordum ki annem yine bu partide Jandark ve İran-İsviçre okulundaki öğrencilik yıllarından konuşup duracak ve benim için alınan piyanonun yolda olduğunu herkese duyuracaktı. Yine bu partide iki yapay tilkisinden birini boynundan sallayıp hava atacaktı. 

Misafir odasındaki duvar saati birkaç kere çalmıştı, saat dörttü. Defterimin kapağını hızla kapadım ve duyulmayacak bir sesle, “Ben oyun oynamaya gidiyorum,” dedim. Anacan elinde bana örmekte olduğu atkıyla gülümsedi. Merdivenleri ikişer ikişer atlayarak sokağa çıktım. Kapıyı arkamdan sertçe çektim. Okul günlerinde olduğu gibi servis arabasını beklemek ve derslerimi düşünmek zorunda olmadığımdan dolayı mutluydum. Üstümde pembe eşofmanlarım vardı. Şehap onların üstüne tükenmez kalem ile yazı yazmayı çok severdi. 

Kapısı Allah’ın her günü açık olan garajdan bisikletimi çıkardım. Sonra tüm çocukların karşı evin park yerinde toplandıklarını gördüm. O bina çok katlıydı. Bizim binadan daha uzundu. Şükrü Bey’in oğlu kapıda bisikleti ile duruyor, bisikleti olmayanlara bisikletini kiraya veriyordu. Gözü bendeydi. Yanılmıyorsam benimle evlenmek istiyordu. Kocaman, çengel gibi bir burnu ve sanki arı sokmuş gibi görünen, sivilceler ile kaplı bir alnı vardı. Bizi ıslık çalıp gözetlerken kaskatı kesilir, boynu kıpkırmızı olurdu. Bir keresinde Saddam bizi öldürmek için saldırdığında Şükrü Bey’in oğlu hepimizi kucaklayarak sığınağa götürmüştü. Sığınak yerin çok altındaydı. Birçok basamaktan iner, genelde sonuna vardığımızda ise durum normalleşirdi. Yol boyunca birbirimize çarpardık. Gerçi ben sığınağa bayılırdım. Şükrü Bey’in oğlunun adı güzel değildi, ben yine de Şehap ile evlenmeyi yeğlerdim. O beni Yekşanbe’nin elinden çekip alıp kendisi sığınağa götürecekti. Şükrü Bey’in oğlunun adı Yekşanbe’ydi.

O gün ne okul vardı ne ders ve ne de ödev. Yekşanbe kapıda dikiliyor, her zaman olduğu gibi zincirinin ucundaki düdüğünü parmağının etrafında çeviriyordu. Bana, diğer eli arkasında şöyle bir baktı. İleriye adım atıp bisikletimi park yerine sokacakken “Pat!” etti ve o da elindeki iki civcivi bıraktı. Civcivler yere düştü. Gülmeye başladım. Bu esnada Şura ve samimi arkadaşı Roşenek de geldiler. Şervin, Saşeli ve Şehap bisikletle bana doğru yöneldiler. Şehap çok güzel pedal çevirirdi. Onunla ata binmeyi çok isterdim. Onunla evlenip Oyun Dünyası’na gitmek isterdim. Benim üstümde güzel uzun gelinliğim olacak Şehap elimi sıkıca tutacaktı. Ellerimiz düğümlenip yapışsın, camlara çapraz yapıştırılan beyaz bantlar gibi olsun isterdim. Çocuklar Oyun Dünyası’nda Saba Gemisi’nin orada dikilip ben ve Şehab’ı izleseler ve gemi bu esnada ileri geri, aşağı yukarı gitse rüzgâr benim eteğimin içini doldurup etek daha bir havalı dursa ve bir bayrak gibi sallansa ne güzel olurdu. Ah ki ne çok isterdim Oyun Dünyası’nda Şehap ile evlenmeyi!

Yekşenbe bize, dün dördüncü kattakilerin balkonundan canavar kadını gördüğünü anlattı. Yatağına yatarken bile tilki boynundaymış. “Tilkisiyle evli o!” dedi. Keşke bisiklete binmek yerine, canavar kadının balkonuna ışınlanıp onun yatak odasını dikizleyebilseydim. Şehap, “Saçmalama,” dedi. “Hadi yarışalım,” dedi. 

Bisikletime binerken rüzgâr saçlarımı dağıtıyordu. Direklerden çekiniyordum. Canavar kadının arabası yoktu. Beraber saklambaç, yakan top oynadık. Birden canavar kadının arabasının sesini duydum. Gözünde o koca güneş gözlüğü vardı. Arabayı park etti. Çenesi öne çıkmış eş kenar bir üçgeni andırıyordu. Bembeyazdı. Omuzundaki tilki bana gülümseyip göz kırpıp kuyruk salladı. Korktum. Şehap beni kucakladı, “Dikkatli ol! Annem bu kadının cinleri var diyor,” dedi. Ben cin nedir bilmezdim. Tam cini soracakken annem başucumda belirdim ve saatine bakarak, “Hadi gel, eve gidiyoruz,” dedi.

Çocuklarla vedalaşıp eve gittim. Fransızca öğretmenim oradaydı. Anneciğim çok güzel Fransızca konuşurdu, benim de Fransızca öğrenmem gerektiğini söylerdi. Beni göz doktoru olayım diye Fransa’ya gönderecek ve böylece bu hava saldırılarından kurtulmuş olacaktık. Bu yüzden yabancı dil çok önemliydi. 

Birden aklıma çılgınca bir fikir gelmişti. Belki de canavar kadın İranlı değildi. Belki Fransız, Alman veya İsviçreliydi. Belki de bu yüzden bizlere benzemiyordu. Fransızca hocası Baba Ali’nin çalışma odasında bana İl ve Al farkını anlatıyordu. Anacan’ının “al”, Baba Ali’nin “il” olduğunu yani. Canavar kadın da “al” oluyordu. Esrarengiz bir “al”. “al” ve ”il” farkını iyi biliyordum. Diğer konuları pek anlayamıyordum. Fransızca hocası ağzını açıp kapatıyor ve var gücü ile bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Uyku bastırıyordu. Öğretmenin alt dudağı ve üst dudağı arasındaki köpüğe bakıyordum. 

Yarın okuldan sonra bir bahane ile karşı binaya geçip canavar kadını görmeye çalışacaktım. Birden kırmızı alarm verilip elektrikler kesildi. Baba Ali koşa koşa çalışma odasına gelip el fenerini yüzümüze tuttu ve “Hadi, aşağı sığınağa koşun,” dedi. Annem çok cesurdu, bu uyarıları pek iplemezdi, “Ben sığınağa falan gitmem, burası benim evim, anlıyor musunuz, benim evim burada. Saddam hiçbir şey yapamaz,” dedi ve bizimle gelmedi. Ben ve Fransızca öğretmenim hızla basamakları inmeye başladık. Korkunç karmaşa vardı. Baba Ali’nin özel bir çantası vardı, sürekli onu sığınağa götürüp geri getiriyordu. İçme suyu ve komposto falan vardı içinde. 

Sığınak dediğim yer aslında binanın garajıydı. Ben ve Fransızca öğretmenim olan kadın ve Baba Ali beraberdik; haber spikeri bir şeyler anlatıyordu. Tam bu esnada Fransızca hocası birden bire Arapça konuşmaya başlayıp, yavaşça bir şeyler fısıldadı. Baba Ali sessizdi. Dizlerimizi kucağımıza çekip oturduk. İçim geçmiş. 

Saddam çok iri olmalı diye geçiyordu aklımdan. Oradan, ta yukardan, İran’da ışığı açık yerleri görünce sinirleniyor olsa gerekti. Baba Ali cebinden bir sigara paketi çıkardı. Kadın öğretmen sertçe onun bileğine vurunca şaşırdım. Kadın, “Nezam Bey içmeyin. Ucunda ışık var, lütfen söndürün,” dedi. Baba Ali öğretmene aldırmadan derin bir nefes alıp radyoyu kulağına dayadı. 

Dışarıya açılan en ufak bir delik yoktu ama Saddam kesin bizi görüyordu. Cesur anneciğim ise yukarıda, evde tek başına kalmış ve Saddam bir bok yiyemez diye tutturmuştu. Motor yağı ve arabanın motorunun aksanlarının kokusu, doktor aletleri ve ilaç kokusu havada karışıyordu. Bir de her zaman orada duyulan nem kokusu da buna ekleniyor. 

Ne mutlu Pulek Teyzeme ki şimdi Kanada’daydı. Ne komik bir isim: Kanada! Pulek Teyze! İkisi de çok komikti. Nedense Anacan, teyzeme böyle garip bir ad koymuştu. Ben Pulek sadece balıklarda, denizde olur sanıyorum. Şimdi teyzem de Kanada’daydı! Komik bir yer olsa gerekti orası. Sen içecek adını al ülkene koy! Belki de Canada Dry içeceği Kanada’dan getiriliyordu. Bir an susadım. Canım Canada Dry çekti. 

Radyo, Tahran’ın bir bölgesine füze atıldığını bildiriyordu; Tevanir bölgesine yakın. Bize yakınmış. Kesin elektrikleri açık bıraktıkları için vurulmuşlardı. Fransızca öğretmenimin dişleri birbirine çarpıyordu, “Neden Piçek Hanım sığınağa inmediler? Allah korusun bela birden gelir,” diye sordu. Birden bire Anacan’ı anımsadık. Alarm verilip elektrikler kesildiğinde banyodaydı. Onu herkes unutmuştu. Baba Ali hep onu sırtına alıp aşağı indirirdi oysaki. 

İçim tuhaf olmuştu. Anacan’ı çırılçıplak küvetin içinde zifiri karanlıkta oturduğunu düşünüyordum. Elleri kınalı. Annemi elinde el feneri ile yemek hazırlarken küfürler savurduğunu hayal ediyordum. Baba Ali’nin sigarasını düşünüyordum. Saddam’ı düşünüyordum. Yaralı pencereleri düşünüyordum. Tuvaletim gelmişti. Tilkili kadını düşündüm. Belki de çığlık atıyordu. O zavallı zaten durup dururken çığlık atıyordu, bir de Saddam başımızın üstünde bombalar yağdırırken kesin çığlığı basmıştı. Belki de devenin yüküyle içinde kaybolacağı dairesinde çöpler arasında kendine bir sığınak yapmıştı. 

Çok sıkışmıştım. Yeşil alarm verilmişti. Babam çok kötüydü. Hızla yukarı çıktık. Annem banyoda Anacan’ın yanındaydı. Yedek mumu yakmışlardı ve ikisi de soğuktan tir tir titriyordu. 

Baba yeşil renkli telefonla birini aradı. Annem, babamın telefon konuşmalarına sinir olurdu. Ben hızla tuvalete gittim ve dışardan gelen seslerden babamın çıktığını anladım. İçim bir tuhaftı. Bağırsaklarım tembelleşmişti. Bu alarmlardan sonra da genelde ishal olurdum. Anacan çıkınca bana bir ilaç verdi içtim, öldüm. 

Sabah oldu. Başörtümü taktılar, baktım şömine yanıyordu, onu çok seviyordum. Başörtümü düzelttim, uzun mantomu giydim ve sırt çantamı taktım. Annem geceliğinin kemerini sıkıca bağlamıştı. Bana, mısır gevreğimi bitirmeden çıkamayacağımı söyledi. Yemek istemiyordum, karnım hâlâ ağrıyordu. Ağzımda hâlâ Anacan’ın verdiği ilacın tadı vardı. Anneme karşı koyamadım ve pes edip, bizim sağlığımız için üretilen mısır gevreğini yiyip, servisi kaçırmamak için yokuşu hızla yukarı tırmandım. Gandi Sokağı’nda bekledim. Biz, Razi okulunda okuyan çocuklar, evlerimizden çıkıp, sekizinci sokağın başında servisi beklerdik. Arada bir, servis arabası olarak kullanılan minibüs gecikince de aramızda oyun oynardık. 

Sıkkındım. Birden tilkili kadının arabasını gördüm. Fişek gibi önümüzden hızla geçip gitti. Roşenek ile sıkı fıkı olan Şora’ya döndüm, Roşenek, “Dün gece alarm verilince bu deli kadın da sığınağa geldi ve tüm anneleri çıldırttı,”dedi. Roşenek iyi biri değildi. Alarma, ayarm derdi. O yüzden onu dinlemedim. Herkese yalandan Şora’nın teyze kızı olduğunu söylemişti. Okulda hep beraber gezerlerdi. Ben onlardan küçüktüm. Onlar üçüncü sınıfta okuyordu, ben ise ikiye gidiyordum. 

Kararlıydım, bu deli kadının sırrını bugün çözecektim. Tilkili kadının yani. Yağmur yağmıştı, şömine yanıyordu, ödevlerimi yapmıştım. Canım Rus kurabiyesi istemişti. Ama annem ancak oynamak için dışarıya çıkmayıp, iyi çocuklar gibi evde oturup çizgi film izlersem iki Rus kurabiyesi ile beraber çay içebileceğimi söylemişti. 

Yok, hayır bugün tilkili kadını görecektim. Anneme bisiklete bineceğimi söyledim. Yarın kar yağarsa bisiklete binemezdim. Annem dışarı çıkıp hastalanırsam bana bakmayacağını ve bu kez iğne yapacaklarını söyledi. Anacan kafasını yine sağdan sola, soldan sağa salladı durdu ve bu kez hiç durmadı. Ben de tüydüm. Bisikleti garajdan alıp çıktım. Şehab düşmüş bacağını kırmıştı, Şervin, Şora ve Roşenek kelime oyunu oynuyorlardı. Saşeli ise teyzesine gidecekti. Tebeşir ile yere kareler çizmişti, seksek oynanacaktı ama hep gıcık olduğum yerlere çizerdi. Oynarken de hep o kazanır, ben kaybederdim. 

Aramızdaki en önemli fark benim teyzemin adının Pulek oluşu ve Kanada’da yaşamasıydı, onun teyzesi ise burada yaşıyordu. Herkese teyzemin yurt dışında yaşadığını söylemiştim ama Kanada’dan söz etmemiştim. Çekiniyordum. Saşeli’nin teyzesi Sadabat semtinde otururdu. Saraya yakındı. Adı bile şatafatlıydı. Yine onunla oynarken oyunu kaybetmiştim. Keşke benim teyzem de Kanada yerine Saray’a yakın otursaydı. Bir düşün, sarayın yanı nere, Kanada nere? 

Çocuklara küsmüştüm. Canım Rus kurabiyesi çekiyordu. Birden aklıma bir şey geldi. Yekşenbe, bir komşunun arabasını yıkarken bana göz kırptı. Ona, “Yekşenbe baban nerede?” diye sordum. Sabahtan beri uğraşıp durduklarını söyledi. Bir gece önce koşa koşa sığınağa giderken Hurşit Hanım düşmüş ve kaburga kemiğini kırmıştı. Doktor yürümesini yasaklamıştı. Diz kemiği kapağı çatlamıştı. 

Yekşenbe, Hurşit Hanım’ı çok seviyordu çünkü Hurşit onun bir an evvel evlenmesini istiyordu. Yekşenbe’nin de canı evlenmek istiyordu. Kesin öyleydi. Bıyıkları da çıkmıştı. Odalarının camına dayandım. Her yeri iyi gözetlesinler diye hepsi tek bir odada kalıyorlardı. Şükrü Bey odadan çıkıp, “Ferizad, evinize dön. Bak artık havalar soğudu, park yerinde bisiklete binmek de yasaklandı. Yasak! Anlaşıldı mı?” dedi. Ona, “Ferizad sensin! Bir kere benim adım Perizad. Ayrıca annem gidip canavar kadına verdiğimiz porselen tabağı almamı istedi,” dedim. 

Hurşit Hanım’ın acıyla çıkardığı ah vah sesleri duyuluyordu. Şükrü Bey, “Tamam, seni götüreyim. Peşimden gel,” dedi. Peşinden yola koyuldum. Yalanıma kanmıştı. İkinci kata çıktık, tuhaf bir koku vardı, parfüm kokusuna benziyordu ama değildi. Şükrü Bey salavat getirdi ve kapının ziline bastı. Kadının sesini duydum, “Kim o?” diye seslendi. Şükrü Bey, “Ferizad tabağını almaya gelmiş canım,” dedi. Kalbim pat pat atıyordu. Ya tilki birden üstüme atlarsa ne olacaktı? 

Hurşit Hanım seslenince Şükrü Bey beni yalnız bırakıp gitti. Biri kapıyı araladı ama dışarı çıkmadı. Şimdi o koku daha keskindi. Bir çeşit tatlı veya bitki gibi kokuyordu. Anacan’ın çayları gibi. Kapıyı bu kez ben biraz araladım. Kafamı içeri soktum ama gövdem dışarıda tetikteydi. Duvarlar duvar kâğıdı ile kaplıydı. Küçük kırmızı çiçekli desenleri vardı. Yerde bir sürü kitap üst üste yığılmıştı. Kafamı bir döndüm kapı açıldı ve kadın tilkisiyle karşıma dikildiler. Ağzım kurumuştu. Yüzü her zaman olduğu gibi değildi. Boyu daha da uzamıştı, “Demek senin adını Perizad koymuşlar,” dedi. Dilimi yutmuş gibiydim. Öyle bir içeri gir dedi ki istemeden içeri girdim. Kapıyı sertçe arkamdan kapattı. Sonra tilkisiyle eğildi ve gözlerimin içine bakarak, “Telefonla konuşuyorum. Sen burada bekle, birazdan gelirim,” dedi. Tilkisi bana baktı. 

Kapıya bakan camdan bir masa üstünde kahverengi kalın bir mum duruyordu. Kokulu olanlardandı. Canavar kadının bir sürü kitabı vardı, yüzü hiç de kireçtenmiş gibi değildi. Annemin yüzü gibiydi. Saçlarını arkadan atkuyruğu yapmıştı. Koltuğa oturunca yemek salonunda duran siyah bir piyano gözüme ilişti. Piyanonun kapağı açıktı. Tilkili kadın birisi için bir ders ayarlıyordu. Hoca mıydı? Peki bu tilkiyle nasıl sınıfa girebilirdi ki? 

Hapşırdım. Anacan burada olsa kesin, “Ya sabır,” derdi. Canavar kadın bana doğru yürüdü, sessizdi. Telefon konuşması bitmişti. Bana bakıyordu, “Dünya ne kadar küçük,” dedi. Ona, “Ama benim teyzem dünyanın diğer ucunda, kutup ayılarının yanında,” dedim. Sonra böyle dediğime pişman oldum. Tilkili kadın neden ona böyle baktığımı sordu. Aslında ondan çok tilkiye baktığımı fark etmiş olmalıydı… Tilkiyi boynundan aldı ve incecik boynunu gördüm. Bana, “Bak, kendime portakal suyu hazırlıyordum. Gel sana da yapayım, beraber içelim. Hava soğuk. Hastalıktan korur,” dedi. Ona, “Ama annem yabancıların elinden bir şey alıp yeme diyor,” dedim. Canavar kadının sesini duydum, “Ama ben yabancı sayılmam, annen Rus kurabiyesi göndermişti bana, sen de kabını almaya geldin, değil mi?” diye sordu. Şükrü Bey’in kapıda söylediklerini hatırladım. “Evet,” dedim. Tilki, sallanan koltuk üzerinde yavaşça öne arkaya gidip geliyordu. Aslında koltuğun ayaklarına yarım daire şeklinde birer parça çivilemişlerdi bu da iyice sallanmasını sağlıyordu. 

Canavar kadın birazdan elinde limon ve portakal karışımlı bir bardak meyve suyu ile karşıma dikildi, “Hadi, tadı bozulmadan iç,” dedi. Korkumdan hepsini bir çırpıda içtim. Kendisi de öyle yaptı. Ona, “Tilkiniz gerçek mi?” diye sorunca gülmeye başladı. Sonra sanki başka birinin sesiyle, sanki şarkı söyler gibi, kollarını oynatıp dudaklarını şekilden şekle sokarak, “Tilkimiz gerçek değil,” dedi. Ben de, “Sahi, benim de yakında piyanom olacak, annem ısmarlamış,” dedim. Tilkili kadın gülümsedi, “Aferin Peri Hanım’a! Annene söyle seni buraya göndersin, ben sana piyano dersi veririm,” dedi. Çok şaşırmıştım. O âna kadar sadece erkeklerin piyano çaldıklarını düşünüyordum. Ona döndüm, “Gerçekten mi? Bana biraz çalar mısınız?” diye sordum. Kalkıp piyanonun başına oturdu. Bir ayağını biraz öne, diğerini arkaya koyup çalmaya başladı. Ben birden, “Benim annemde de bu tilkilerden var!” deyince gülmeye başladı. 

İlk kez ellerini görüyordum, uzun tırnakları olmadığı gibi parmakları da çok zayıftı. Elleri neredeyse kuşların ayaklarını andırıyordu. Upuzun bir boynu vardı. Piyano çalmadan ayağa kalktı. Unutmadan kabımızı vermek istemişti. İçini çikolatayla doldurdu. Sonra üstünü streç film ile örterken, “Sen bu çikolatalardan alma, bunlar sadece büyükler içindir,” diye tembihledi. “Ama ben çikolatayı çok severim,” dedim. Güldü, yüzü çok sevimliydi, saçları güneş altında parlıyordu. Sanki saç telleri camdandı ve her an kırılabilirlerdi. “Sizin isminiz nedir?” diye sordum. Sesi mutfaktaki dolapların arkasından duyuldu, “Alma!”. Daha önce hiç böyle bir isim duymamıştım. Birden gözüm kapıda duran çizmelerine ilişti. ”Alma, Elma demek,” diye açıkladı. Sonra bana Negrokiss getirdi, “Sen çikolata ve tatlı yerine bunlardan ye,” dedi. Elinden kış dondurmasını aldım. Bir an acaba içine zehir koymuş olabilir mi diye korktum. 

O sırada kapı çalınca korktum. Ya annemse ne olacaktı? Çişim gelmişti. Annemse kesin beni gebertirdi. Kesin aramadık yer bırakmamıştı. Saat beşe geliyordu. Artık çocuk programı başlamıştı bile. Gökte şimşekler çakıyordu. Birazdan yağmur yağacaktı ve ben bu mum kokulu evde hapis kalmıştım. Sırf her şeyi böyle yavaş yapan bu kadın yüzünden. 

Kapıyı açtı. Bir adam içeri girdi. Kıvırcık saçları vardı. Kocaman bir gözlük takmıştı, o da çok inceydi. Tuhaf bir sesi vardı. Alma Hanım, “Bu Serşar Bey,” dedi ve güldü. Serşar Bey’e mi yoksa bana mı gülmüştü onu anlayamadım ama güldü. Adama selam verdim. Serşar Bey’in boynu bir tuhaftı. Okul müdürü gibiydi. 

Alma gelip kabımızı elime verdi. Sonra bir koltuğa oturmuş olan Serşar Bey’e döndü, “Hüseyinciğim, ben bu küçük hanıma ufak bir parça çalmak istiyorum, eve gittiğinde aklında kalacak hoş bir şey,” dedi. Serşar Bey biraz tuhaftı, sanki bizi hiç duymuyordu. 

Alma Hanım piyanonun başına geçti. Yediğim negrokiss ağzımın etrafında iz bırakmış olmalıydı. Biraz utanmıştım. Sonra kadın o ince elleri ile piyano tuşlarına öyle bir dokundu ve boğazından öyle bir ses çıkardı ki o an aklımdan hiç çıkmayacaktı. Bizim yuvada okuduğumuz bir şarkıyı bambaşka bir şekilde söylemişti. ”Sen gökyüzünde yüksekteki ay olursan/ ben de yıldız olur dönerim etrafında/ sen etrafımda yıldız olursan/ ben de bulut olur örterim seni/ Sen bulut olur örtersen beni/ ben de yağmur olur yağarım sana/ Sen yağmur olur, yağarsan bana/ ben de yaprak olur açarım sana/ sen yaprak olur açarsan bana, ben de gül gibi otururum yanına/ Sen gül olup oturursan yanıma ben de bülbül olup şarkı söylerim sana.”

Çok tuhaftı. Sesi kulağımın içinde yankılanıyordu. Benden sonra gelen beyefendi ile opera yapacaklarını söyledi. Ben operanın ne olduğunu bilmiyordum. Kabı elime aldım. Üç tane de kitap tutuşturdu koltuğumun altına, “Bunlar benim kitaplarım, babana ver,” dedi. Neden babama vereceğimi düşünsem de dediğini yapmam gerektiğini biliyordum. 

Eve gittim. Ama içim rahatlamıştı. Annem endişeli ve sinirliydi ama ben tilkili kadının adının Alma olduğunu ve bilmediğim sanatçı bir kadın olduğunu artık biliyordum. Ben de onun gibi şarkı söylemek ve kitap yazmak istiyordum. Kitapları masaya bırakmıştım. İçimden bir ses annemin onlara göz gezdirdiğini söylüyordu. 

Nedense Baba Ali eve geldiğinde herkes birbirine küs gibiydi. Piçek annem ağlıyordu. Odasına girdiğimde cam kenarında dikilmiş sigara içiyor ve ilk kez ağlıyordu, “Dışarı çık ve kapıyı kapat,” dedi. Bu esnada Baba Ali onun yanına gelmişti. Ben dışarı çıktım. Kitaplar annemin elindeydi ve bırakmıyordu. Piçek annem ağlarken, “Ali bu nedir? Nedir bu?” diye soruyordu. Nedense Baba Ali, neyin ne olduğunu söylemiyordu. Sonra yine Piçek annemin sesini duydum, “Ali Nezam’a sevgiyle, İmza Isırılmış Elma! Ne demek ısırılmış elma? Isırılmış elma da ne demek oluyor? “dedi. Baba Ali bir şey demedi. Kitapta ne yazıyordu? Isırılmış elma mı vardı? Anacan beni kapının arkasında görünce, “Ayıp kızım, ne yapıyorsun dinliyor musun?” dedi. Sonra kafasını sağdan sola, soldan sağa salladı. Kapıyı yavaşça araladım. Anacan hâlâ kafasını sallıyordu ama beni şaşırtarak kapıyı kapatıp geri durmamı da istemedi. Annem yatakta ağlıyordu. Baba Ali, kitabın ilk sayfasına göz attı ve ah çekti. Bir düşünceden diğerine atladım. Şimdi ısırılmış elmanın ne olduğunu bulmalıydım. Acaba ısırılmış bir elmadan başka ne olabilirdi ki? Ama neden annem ısırılmış bir elma yüzünden ağlıyordu ki? Saddam’dan bile korkmayan annem yarım bir elmadan neden böyle korkmuştu? Gerçi tam da anlamıyordum. Acaba elmaya ısırıldığı için mi üzülüyordu yoksa ısırılmış elmadan korkuyor muydu? Neden ağlıyordu? Belki de büyüklerin aralarında konuştukları ve küçüklerin bilmemesi gereken şeylerdi bunlar. Şifreli bir şey olabilirdi ama ben Piçek annemi hiç böyle üzgün görmemiştim. Ne kadar düşündüysem de Baba Ali, ısırılmış bir elma ve annemin ağlaması arasında bir bağ kuramamıştım…

1-Faike Ateşin ya da bilinen adıyla Guguş, Azeri asıllı İranlı şarkıcı, oyuncu. (ç.n.)

2-Farsça’da pazar günü anlamına gelir. (ç.n.)

3-Tahran’da hizmet veren, Disneyland benzeri bir oyun parkı. (ç.n.)

4-Küçük pullar anlamında bir kadın ismi. (ç.n.)

5-Çikolata kaplı, içinde marşmelov bulunan buzlu tatlı.

6- İran’ın ünlü opera sanatçısı. (1931-1992)
çeviriIsırılmış ElmaSanaz Seyed EsfahaniTurgut Say

Avatar

Turgut Say

Diğer Yazıları1965 yılında doğdu. Mühendislik eğitimi aldı ve mühendis olarak çalıştı. Farsça’dan Türkçe’ye yaptığı ve kimi dergilerde çıkan şiir çevirilerinin yanında Samed Behrangi ( Bütün Eserleri) – Soudabeh Ashrafi ( Balıklar Gece Uyur)- Celal Al-i Ahmed ( Arıların Hikâyesi) çevirileri yayınlandı. Sanaz Seyed Esfahani ( Gandi Sokağı- Öykü) ve Ayda Majid Abadi ( Ütü tutmaz kelebekler- Şiir) çevirileri yayına hazır mevcuttur.

داستان ( سیب گاز زده ) نوشته ی ساناز سید اصفهانی به ترجمه ی تورگوت سای در مجله ی اینترنتی Son gemiمنتشر شد .

سانازسیداصفهانی

تورگوت سای

سیب گاز زده

خیابان گاندی

داستان

برای دیدن داستان در سایت مجله روی ( این جا ) کلیک کنید .

درباره ساناز سید اصفهانی

متولد 14 . 9 . 1360 در تهران ، از سن پنج سالگی وارد هنرستان عالی موسیقی شد و بعد به مدرسه ی هنر و ادبیات ِ صدا و سیما رفت . ساز تخصصی او پیانو بود که به صلاحدید خانواده از ادامه ی تحصیل در این رشته به صورت تخصصی منصرف شد و وارد رشته ی ریاضی فیزیک شد و پیانو را در کنار درس با اساتید مجرب به صورت خصوصی فرا گرفت . او دارای مدرک انیمیشن کامپیوتری از مجتمع فنی تهران میباشد و همزمان با تحصیل و کار در این رشته وارد دانشگاه سوره ی تهران شد و در رشته ی تئاتر ، گرایش ادبیات دراماتیک تحصیل کرد . همزمان با ورود به دانشگاه شروع به همکاری با مطبوعات شد . او با روزنامه هایی چون همشهری ، همشهری مناطق ، اعتماد ، اعتماد ملی ، شرق ، تهران امروز ، فرهیختگان و ماهنامه ی ادبی گلستانه ، مجله ی نقش آفرینان ، ماهنامه ی رودکی و سینما- چشم ( روح سرگردان موزه سینما )، ماهنامه ی سیاسی فرهنگی دنیای قلم . . . همکاری کرده است .