شنبه , ۳ آذر ۱۴۰۳

ترجمه و چاپ داستان بلند (چاتورانگا) در son gemi – ترکیه

داستان ( چاتورانگا ) از کتاب ( خیابان گاندی ) در son gemi
Çaturanga

Çaturanga

sanaz seyed esfahani

Çok mutluyum. Kimse benim kadar mutlu olmadı ve olamayacak diye düşünüyorum. Olabildiğince mutluyum. Talihimin büyüklüğü ölçülemez. İşte ben buradaki her şeyin tek sahibiyim. Buradaki eşyaların hepsinin sahibi benim yani. Odada oturuyorum. Oda dediğim salon yani. Kendimi ağırlıyorum bu salonda. Bu küp dikdörtgenin içinde, bu yüzü bana ait olan yerde. Bütün betondan gövdesiyle, içindeki ruhu ile benim burası. Şimdiki benim. Ben Saşeli. Ne fark eder ki, ben her zaman hem Saçeli oldum hem Saşeli. Fark etmiyor aslında, ayrıca adın ne önemi var ki. Adlar ve unvanlar nedir ki? Neye yarar? Ne önemi var? Her adın bir unvanı mı olmalı? Bilemiyorum. Önemli olan şu anki ben, bu özgür ben. Bu serbest kalmış ben, bütün zincirleri kırmış olan ben. Olmak istemediğinden kurtulup, olduğundan memnun olan ben. Ben neyim? Onların istediği şey mi? Kendi arzuladığım şey mi? Programlanmış olan mı, serbest kalmış olan mı? Ben kimim?

Şimdiki bu ben sadece bir ben, Saşeli olduğundan emin bir ben. Önemi de yok, ister Saşeli deyin ister Saçeli, hangisi kolayınıza gelirse oyum. Bu kadar basit, basit ol, basitleştir. Artık baskı altında değilim, salonda oturmuş ve giden o üçüncü şahsın ayak izlerini inceliyorum. Ona, gidene, yani o üçüncü şahsa bakıyorum. Sanki bir hâle gibi burada duruyor. Kendisi gitmiş, gövdesi ve ruhu gitmiş ama halesini burada bir hatıra olarak benim için bırakmış. O yanımdan gitmiş ve Saşeli veya Saçeli’ye bu haleyi bırakmış. Sadece bir iz kalmış, o benim için bir ay gibi. Ay? Benim için? Bana? O benim ayım olsaydı? Doğru mu bu? Bildiğim tek şey şu ki şimdiki ben olarak salonda, tavandan asılı bir salıncakta oturuyorum. Salonun ortasında rüzgârın geçtiği yerde, mutluluğum için düzenimi kurmuş ipimi tavandan asmışım. Bu çok iyi, yani bu bir çeşit mutlak boş vermişlik, özgürlüğünü gövden ve ruhunla hücrelerinde hissetmek duygusu yani. Seninle iç içeyiz, salıncakta oturuyor o şimdiki ben ile iç içeyiz. Şimdiki mi? Şimdi saat kaç? Şimdi saat kaç? Saşeli saatin kaç şimdi? Veya annenin deyimiyle saatin ne vakti gösteriyor şimdi? Anne mi? Sallanıyorum, sallanıyorum. İleri geri. Mavi renkli ipe sıkı sıkı tutunmuşum, avcumdaki çizgiler, benim avucumun içi. Bu benim avucum, bu benim çizgilerim, benim. Tutunduğum ip, ömrümün çizgilerini kanatıyor. Elimin derisi sıyrılmış ama gülüyorum. Tutunduğum ipin elime yaptığı şey yeni değil, ip ve ellerim yabancı sayılmazlar. İpe sürtünüyor ellerim, şimdiki ellerimi iple sıyırıyorum. Bir savaş gibi ve ben savaşıyorum gibi. Ellerimi bir kapı açmak için sıyırıyorum, böyle gamsız başı boş ipte sallanırken bir şeyleri arıyorum. Oturup sallanıyorum, onun evde bıraktığı haleye bakıyorum, o ise gitmiş artık. O üçüncü şahıstan söz ediyorum, o gitmiş ve ben sigaramı içiyorum. Sigara parmaklarım arasında etkisiz bir silah gibi yavaş yavaş sönüyor. Mermisi olmayan tüfek gibi, bir oyuncak silah gibi. Sigaram bitene kadar kıpırdamadan duruyorum, tek bir nefesinin bile ziyan olmasını istemiyorum. Duman altı mutluluğumun etkisinin devamı için içiyorum. Boğuk bir duman salonu dolduruyor, her yeri su kapladığı gibi. Demek istediğim, yerler sular içinde. Odalardan su dalgalanıyor. Buna inanmak çok kolay. Kesinlikle zor veya imkansız değil, işte bu yüzden burası tam da benim istediğim yer. Şimdiki ben burayı istiyor, bu küp dörtgen içinde yüzen bayramın kırmızı balıklarını istiyor. Bayramımızın kırmızı balıkları bu salonda yüzüyorlar; onlar burada, bu odayı tamamen kaplayan suyun içinde akvaryumdaki balıklar kadar rahatlar. Odanın her köşesinde; taş, deniz kabuğu ve mercanlar var, oda deniz kokuyor. Tuz ve suyun kokusu var, dalgaların sesi duyuluyor. Ağzımda tuzun bıraktığı acı bir tat var, tuzun acısı. Gökkuşağı benzeri bir acı, her saniye tadı değişiyor. Ağzımın suyunun tadı yani. Belki de ağzımdaki tat değil acı olan, mideden gelen şeyin tadı. Bir ekşilik var. Tuzun tadını denizden alıyorum, belki bu acı sigaradan geliyor. Bu tatların etkisi birbirini götürüyor. Nötr olmak, özgür olmak, boşlukta olmak. Hayatta olmamak, gövdeyi algılamamanın o dayanılmaz hafifliği. Baskı altında olmamak, bütün tatlardan kopmak. Bir hiç olmanın tatlılığını hissetmek. Her an, işte bugünlerde her an. Önceden böyle değildi, hiçbir zaman böyle değildi, bu kadar tuhaf değildi. 

İpteki kördüğümde Bebek annem görülüyor. Adı Bebek’ti. Ayak takımının dalga geçtikleri bir ad. Ama babam hem onu hem de adını severdi. Babamın geliniydi o, adı kadar güzel olan biriydi. İşte tam şu anda annem düğümler arasında takılı kalmış ve sesi duyulmuyor.  Sesini duymak istemiyorum. Sesini duymak istemediğim için de sesini suya bırakıyorum. Sesi bayram balıklarının ağzında toplanıp patlıyor, sesi su kabarcıklarının içine girip patlıyor. Oralı olmuyorum, ona aldırmıyorum zira bu duruma artık alışmışım. Görüp geçmek yani, bir şeyleri çok özlememek, sesler, anılar ve uyarılar üstüne basarak olan ile yetinmek. Onun ayak izlerini, o giden üçüncü şahısın izini akan su temizliyor. Hâlesi gözümü kamaştırıyor. Suda boğulmamak için avizelerden bir ip geçirmiş ona tutunuyorum. İstediğimde avizeden sarkan demiri çekip başımı sudan dışarı çıkarıyorum. Havayı içeri aldığımda inliyor, zor bir şey yapmışım gibi nefes nefese kalıyorum. Derin bir soluk alıp bıraktığımda hep böyle oluyorum. Ay odanın içinde şimdi, salıncağımın altında saklanıyor. Ayın üstünde sallanıyorum. Sallanmaya çalışıyorum. Halbuki bütün ayların üzerinden geçmek isterim; ocak, şubat, mart, nisan, haziran, temmuz, ağustos, eylül, ekim, kasım, aralık… 

Gövdem salıncağın ahşap oturağına oturmuş, özgür ve mesut. Ellerimin içindeki çizgilerin beni nereye sürükleyeceğinin artık önemi yok; önemli olan beni kesinleşmiş yazgıma götürecek olması. Önemsemiyorum zira burada bu odada yüzen benim. Salondayım, avucumun içindeki çizgiler neyi değiştirir ki. Fincanın dibindeki kahve tortusu da hep bana yalan söylemiştir. Avucumun içindeki çizgiler gibi. Kelimelerin arkasına saklanan saklı kimlikler. Kelimeler birer maskedirler, tek sadık olan şey ise sessizliktir. Her şey sessizlikte anlam kazanır. Gelenler hep gidiyor. Yine de gelenlerden korkuyorum. Korkuyor muyum? Kendimi kandırıyor muyum? Korku ha? Ben ve korku! Saçma, ben çok güçlü ve cesurum, suda solungaçlarımla soluk alıyorum. Bunu kim yapabilir ki? Ben su altındaki yılanlar ile beraber yaşıyorum. Bunu da kimse yapamaz. Herkes hamam böceğinden korkar, ben ise oturduğum salıncağın oturak kısmında yaşayan yengeçler ile arkadaşım. Hem de hepsiyle. Onların da kalbi var. Yengeçlerin yani. Onların kalbi beyinlerinde. Çok masumlar biliyorum.

O sevgili üçüncü şahıs olanı da seviyorum. Ben mi? Ben onu seviyorum. Seviyor muydum? Sevmeli miydim? Başka seçenek var mıydı? Bilmiyorum. Bunu düşünmek istemiyorum. Ayağımla balıkları okşamak istiyorum. Bu coşkuyla ayağımın ucuyla kumları dağıtıp, deniz kabuklarına vurup onları uçurmak istiyorum. Ayağımla kuma dokunsam kum tanecikleri binlerce foton gibi uçuşur. İçinde saklı yosunlar, yengeçler ve balıkların yumurtası etrafa saçılır. Ben ise kaplumbağa yavruları ile dalga geçmeyi seviyorum. Onlara pis pis bakasım var. Ne güzel! Benden kaçmıyorlar bile. Yaşlı kaplumbağalar her şeyi sırtlarına alıp taşıyorlar. Ömürleri ve avuç çizgileri çok uzun. Onlar çocukluklarından beri yaşlı ve buruşuklar. Neden onlar ile bu denli özdeşleştiriyorum ki kendimi? Neden? Kaplumbağalara mı benziyorum? Aklımı salondaki suyun ortasına bırakıyorum. İçindeki demir, deniz kabuğu ve mercanlarıyla beraber.

Burasını, bu salonu tam da sevdiğim gibi düzenledim. Çocukluğumda hayal kurduğum gibi. Çocukluğuma bir köprü ile bağlanasım var, ne iyi olur. Evet, evet hiç de fena bir fikir sayılmaz; çocukluğuma uzanan bir köprü yani. Biliyorum geçmişe yolculuk geleceğe yolculuk kadar zevklidir.

Bahçeye bir ray döşemiştim, demir yolu gibi. Hayali trenimi seviyordum, beni hayallerimde her yere götürürdü, geleceğime, evleneceğim güne, çocuğum olacağı günlere, göğün yedinci katına çıkarırdı, aşkımın yanına, sinema yıldızlarının yanına, kamera karşısına çıkarırdı beni. Ara duraklarda Pinokyo ve Kül Kedisi ile tanışırdım. Oyun Diyarı’na gidip orada oyunlar oynardım. Tekrar dönüp trene biner, başka hayali yerlere yolculuk ederdim. Beni aya, yıldızlara taşırdı bu tren, benim için satın alınmış tüm oyuncakların üstünden geçer gider, elma şekeri ve kocaman pişmaniyeleri geride bırakırdık. 

Şimdi tren yönünü günümüze çevirmiş dönüyoruz. Bugün haftanın hangi günü? Bir fikrim yok. Hâlâ ay suyun üstünde ve balıklar onu yavaş yavaş parçalıyorlar. Kimse balıkların sivri dişlerini bilmez. Balıklar ayı parçalayıp çiğnedikçe gülüyor, daha da istekle aya saldırıyorlar. Hâlâ güneş ortalıkta yok. Odanın dört köşesinde asılı fenerlerin dışında başka bir ışığı, bir güneşi yok. Bu fenerlerin ışığı cılız bir ışık. Bu ışık gerçek mi, hayal mı bilmem ama her şeyi aydınlatıyor. Salonun tabanındaki siyah beyaz kareli alan, balıkların içinde yüzdükleri su burayı ne kadar doldurursa doldursun bu satranç tahtasının desenini silemez. Bu çizgileri özel boyayla çizdim, onları ne benzin ne de başka bir kimyasal ile silemezler. Odanın tabanında bir satranç tahtası gibi duruyor. Evimizin Oyun Diyarı gibi olmasını biz istedik. Babam böyle istedi, o gerçek bir satranç hastasıydı. Bir satranç delisi olan babam ata biner ve bir L çizip bir karede durur. Babamın elinde her zaman iyi filleri olur; sedeften olan hortumlarıyla orijinal Hint işi filler. Babam, Şah gibi olmak isterdi, güçlü veziriyle beraber. Onu Kasparov’a benzetirlerdi, o ise vezir daha da güçlü olmalı derdi. Babam her şeydi. O bir komutandı. Şervan Bey oluşu ve Kasparov’a benzerliği bile bizi mutlu etmeye yetiyordu. Bahçedeki masa da kareliydi; bir çeşit ufak satranç tahtası. Sınırlandırılmış kareler. Evimizde ufak bir havuzumuz vardı, işte orada, o köşede. Köşede bir havuz vardı. Salonun köşesinde, bahçede değil. Evin ortasındaki bahçede yapay bir nehir akardı mermer havuza. Su güldür güldür akar ve Bebek’i uyuturdu. Beni de uyuturdu. Sonra ev ortasındaki bahçenin camlarını kırdılar, bir grup yabancı içeri girip her şeyi altüst etti. Bir şey arıyorlardı. Hangi taşın peşindeydiler bilemedim. Bahçenin camları kırılınca cam şangur şungur, şangur şungur kırıldı. O akan nehri yok sayamazdım, bu su illa ki akacak, illa ki halıları ıslatacaktı. Şervan ve Bebek, ikisi de bunu seviyorlardı. Salon başlı başına bir ormandı. İki ucundan merdivenler, yatak odası ve özel konuk odasına çıkardı. Şimdi gidiyorlar, hepsinin üstüne küçük kareler çizdim. Karışık bir durum. Sen mi merdivenlerden çıkıyorsun, yoksa merdivenler mi seni yukarı çıkarıyor? Arada bir merdivenlerden aşağı mı iniyorsun yoksa tavana mı çıkıyorsun anlaşılamıyor.

Sigara filtremi suya atıyorum. Çok hafif! Şimdiki ben gibi. Ölü gibi suyun üstüne çıkıyor. Tavana kadar yükseliyor, göremediğim bir yerlere tırmanıyor. Balıklar duman yutup öksürüyorlar. Suda bulunan Çaturangalı küp dikdörtgen içinde, dalgalanıp gel git oluyor. Gülmek istiyorum. Gülüyorum da. Anlamı gülmek olan bir gülme, gülümsemek değil. İçten bir gülüş de değil, mutluluktan kaynaklı bir gülüş de değil. Gözyaşlarım akıyor ama zorla değil. Boğazımda düğümlenen bir gülme krizi bu. Çaresizlikten doğan bir gülme belki de, en azından ben böyle hissediyorum. İtiraf ediyorum. Az daha beni boğacak bir gülme krizi. Bırakıyorum. Gülmek gidiyor. Uzaklaşıyor mezara giriyor.

Şimdi o gitti. Uyku bastırıyor. O bir daha dönmez. İşi bitti. Her şeyi söyledim ama dönecek. Dönecek kadar yüzsüz. Anahtarı da var. Neden dönmesin ki? Başka çaresi mi var?

Saçlarım suda hafifçe yükseliyor. Çocukluğumdan kaşlarım üzerinde duran şemsiye şimdi açılmış. Ay gitmiş. Bayramın balıkları ayı yemiş yok etmişler. Demek ki sabah yaklaşıyor. Ay gidince sabah olur, böyle biliyorum. Ay gidince güneş doğarmış. Bu ışığı sevmiyorum. Balıkların pullarından yansıyan gözlerimi kamaştıran bu ışığı. Rahat değilim. Gidip giyinmeliyim. Çıplağım, elbiselerim üstümde değil. Uyumalıyım. Balıklardan utanıyorum. Işık görünüyor, bir gece ayı avlamalıyım. O gidince ayı vurmalıyım. Biliyorum. Ama ilk önce o gitmeli. İşte o üçüncü şahıs olan gitmeli. Keşke ebediyen gitse. Ne zaman varacak?  Bana değil yokluğuna, bir daha dönmemesine, bir daha istememesine. Doyumuna. Gitsin ve dönmesin, öyle gitsin ki hayali trenimle çocukluk sokaklarına saptığımda karşıma hiç çıkmasın. Göz yuvasında fıldır fıldır dönen göz bebeklerini görmüyorum, sesini duymuyorum artık. Onun hatırası yukarı sokaktan geçen dönme dolapçının sesi ile canlanıyor. Terk edilmiş istasyonda duran trenden gördüğüm bazı şeyler midemi bulandırıyor. Hatırladıkça o dönme dolap beliriyor karşımda. Karanlık odada yavaş yavaş ortaya çıkan fotoğraf gibi. Onu hiç sevmezdim. Sokaktaki çocuklar bisikletlerini yerde bırakıp onun önünde kuyruk oluştururlardı. Sırf dönme dolaba binip o tekerlemeyi söylemek için, “Dön dön dönme dolap, kızlar giyer muzlu çorap,” O koltuklar içinde dönerken, tutunmaya çalışırken, dönme dolapçının pis bakışları üstümüzde dolaşırdı. Gidip giyinmeliyim. Su aşağı akıyor ve yere yayılıp, kuyunun deliğinden aşağı iniyor. Balıklar kuyuya girmek için birbirlerini itiyorlar. Kuyu bir solucan gibi ağzını açıp tüm balıkları yutmaya, midesine indirmeye çalışıyor, “Dön dön dönme dolap, kızlar giyer muzlu çorap,” sesi kafamda yankılanıyor. Sonra başka sesler de karışıyor ona, “Ooo piti piti karemele sepeti,” veya “Terazi lastik jimnastik,” Başım dönüyor balıkların kuyuya düşüşlerini izliyorum. Sarı bir kaplumbağa hâlâ tavana yapışık duruyor. Yengeçler geri geri giderek salonun pencerelerinden dışarı çıkmaya çalışıyorlar. Hamam böcekleri gibi esnek gövdeleriyle her boşluktan içeri girmeyi başarıyorlar. Sabah oluyor, denizden, ipten ve demirden eser yok. Ben koltukta oturuyorum. İçtiğim ilaçlar hâlâ yemek borumda takılı duruyor. Lavabonun hortumunu boynuma dolasam onlar orada kalır hep. Gece gelsin istemiyorum. Telefonun fişini çektim, çürük bir dişi çeker gibi. Zil sesini sevmiyorum. Telefonların çalmasından hoşlanmıyorum, iyi anıların çalınmasından da. Anılarımdan hoşlanmıyorum, iyi olanlardan daha da hoşlanmıyorum. Daha kötüler, acısı daha dayanılmaz. Sararmış, paslanmış faydasız şeyler. Sadece duruyorlar. Koparıp atamazsın da. Keşke hiç iyi bir anım olmasaydı, o zaman daha az hayıflanırdım. Kötüsü da başka sıkıntı. Bir yaranın izi gibi. Derinlerde belirir, dokunursun acırlar. Kanı durmuş ama izi de duruyor. Bir simge gibi. Çürümüşlüğün taşıdığı mesaj çoğu zaman hoş bir mesaj değil, kötü de değil. Kötüden ve geleceğin kaygısından çok uzaktalar, sanki burası büyülenmiş gibi. Oyuncak bebeğimin elbiseleri üstümde. On iki çiviyi karşı duvara çaktım. Yarın sabah uyandığımda güneş doğmasa da benim günüm başlayacaktır. Yarın sabah günümün başlaması ile beraber ayakkabılarımı bu iplerden asacağım. On iki çividen altı çift ayakkabı asacağım.

Evde yiyecek bir şey kalmamış, midem kazınıyor. Çatalları da sattım. Bebeğimin çeyizini de bahçeye gömdüm. Altınları en iri kırmızı balıkların karnına koyup karınlarını diktim, ağızlarını da zımbaladım. Böylece kimse onlardan kuşkulanmayacak. Balık kavanozda, kavanoz ise bir akvaryum büyüklüğünde, balıklar ise köpekbalığı boyunda. Kimse kuşkulanamaz. Bunların hepsi hikayelerde ve masallarda var. Bir tek ağzıma sokacağım sigaralarım kaldı ama çakmağım da artık çakmıyor. Yerimden kalkacak halim de yok. Kalkabilsem ayakkabılara yöneleceğim. Yarın bakarım. Şimdi çok yorgunum. Uyumalıyım. Uykum gelirse beni götürür. Uzun süredir uyumuyorum, belki göz kapaklarımı kapatsam uykum gelir beni alır götürür, keşke uykum gelse beni alıp götürse ve bir daha geri getirmese. Uykum beni ebediyen çalsa götürse ne iyi olur.

Her şeyden kaçıyorum, başta kendimden. Şu anki kendimden. Evimizden. Dışarıya adım atasım yok. Sokaktan zilli bendir sesi duyuluyor. Nevruzu karşılıyor insanlar, kimi gelir kimi gider ve eğlenirler. Birkaç gün sonra yılın son çarşambası kutlanacak. Sokakta yaktığımız otları anımsıyorum; sokak boyunca çalıları yan yana dizer benzin koyar, yakar, alevler tutuşup göğe yükselince de üstlerinden atlardık. Sevinçliydik, kaşık havası oynar, kuruyemiş yerdik. Çadırlar arkasında saklanıp gülüşürdük. Sonra tek tek komşuların kapılarını çalardık. Elimizdeki kaseleri uzatırdık. İçine bir avuç kuruyemiş, çikolata veya leblebi koyarlardı. Mutlu olurduk. Yine gülüşürdük. 

Babam ordusuyla hep savaştaydı. Taktik geliştirerek rakibini şah mat etmek istiyordu. O hep masasının arkasındaydı. Dışarda yaz mı güz mü? Yerler kuru yapraklarla kaplı mı değil mi? Kış mı? Kar mı? Buz mu? Umurunda bile değildi. Her halükârda baba filine binmiş, göz kırpmadan meçhul bir şeye yoğunlaşmış olurdu. Sanki ölü gibi, katı kesilmiş bir heykel gibi dururdu. Babam hep böyleydi. Allah’ın her günü böyleydi. Dışarda ne olursa olsun yılın son çarşambası da gelir geçer ve nihayet Nevruz için top ateşi yapılır, sebze kabında yeşerirken, Haftsin sofrasındaki yumurtayı bir yerlerde kırar, pis kokusu her yeri kaplardı. Herkes çocuklardan biri gaz mı çıkardı diye düşünür, biz ise gülmekten yerlere yatardık. Yeşermiş sebzelere düğüm atardık. Annemiz Bebek hep yanımızdaydı. Annemiz Bebek yanımızda olduktan sonra, babam file mi binmiş ata mı çok da umurumuzda değildi. İster savaşsın ister kalesinde inzivaya çekilsin, biz beraberken o olmadan da mutluyduk. Ben ve Bebek annem! Anne! Anne! Ne kadar seni özledim bir bilsen. Tanrı oyuncak bebeği aldı götürdü. O kadar nazik o kadar güzeldi ki Tanrım ona en ufak acı vermeden çekip aldı onu bizden. Bahçede sandalyede oturuyordu. Nedeni hiç anlaşılmadı. Komşular söyledi. Yan evin komşusu Şükrü Bey kapıyı çalmış, biz o esnada oyun oynuyormuşuz. Saklambaç oynuyorduk, kimse fark etmemiş. Annem Bebek bir süreydi tek başına şarap içer, babam olsa da olmasa da bahçeye oturur kendi kendine, toprakla, çiçeklerle ve havuzla konuşur dururdu. Yanına gittiğimde kafasını çevirip bakmadan başımı okşardı. Donuktur ama olsun, iyileşir er ya da geç. Anneler hep var. Güzel yüzlü anneler hep çocuklarının yanında olur. Anneler çiçek gibidirler, onlar ancak biz büyüyüp birilerinin büyükleri olduğumuzda ölürler. Ama annem Bebek bunları bekleyemedi, hemen çekip gitti. Babamın askeri geçerken düşman askerini alıyorken, babamın içinde kelebekler uçuşurken annemin içi mum gibi yanıyordu. Bebek öldüğünde Şükrü Bey elinde küreği ile bahçede dikiliyordu.

Uykum var. Bir şey beni alıp götürüyor. Yokum artık. Olan biteni anlatamıyorum, sadece uyumak istiyorum. Yarın dünya kadar işim var. Çok yani fazla bir şey, fazla demek az olmayacak kadar. Az!  Şu andakini sevmek. Olmak! Dikkat etmeliyiz, boşluklar daha da fazla, boşluklar uzaklık ve mesafeler. Ayrı olması, yakında olmasından daha fazla kalpte hissettirir onu, bize yakın olmayınca gönlümüz daha da onunla dolar. Öyle ki bir şey söylemez oluruz. Az olmak yetersiz olmak ile aynı değil ki. Belki anlamda yakınlar ama aynı değiller. Yetersiz olmak çoktur. Çokluk ise azdır. Yeterince kalınca bir hiçsin, bir ses yok, kapılar kilitlidir pencereler kapalı. Umut yokken umut vardır. Bir dalgayla dibe vurmak ve yerinde saymaktır bu. Zaman, dilinin altında unutulmuş bit tattır, bataklıkta yok olurken. Bir dil altı hapı gibi eriyen. Yetersiz olmak çokluktur. Olmamanın çokluğudur. Hey sen, yabancı, sakın ha yetersiz olma, yoksa fazlalık sayılırsın. Bıktım saniyelerin sesinden.

Yedi yaşındayım, saçlarımı iki taraftan örmüş, yedi ağaç tablosunu önünde dikiliyorum. Yedi yanan ağaç. Duman döne döne yükseliyor. Yeryüzünde yosunlar kendi etrafında döne döne. Dışardan gelen, zilli bendirin sesi dalga dalga yayılıyor. Hacı Firuz, “Benim sevgili efendim selamlar olsun, sevgili efendim kaldır kafanı,” diye şarkı söyleyip dans eder. Komşular kapıda toplanmış, “Korkma, atla korkma,” diye teşvik ediyorlar. Bu ses bebeğin sesine benzediği için kendimden geçiyorum. Bu ses ile yay gibi zıplıyorum ateşten. Her atlayış ile gözlerimi açıp kapıyorum. Farkında olmadan, arada bir havada arada bir yere inerken. İki ot arasında araftayım. Barut kokusunu burnumda duyuyorum. Yan komşu kadın da burada, o tilki postu hâlâ boynunda. Tekrar bitene kadar atlıyorum. Efendim zenciye bir bak. Kırmızı şalvarlı elinde zilli bendiri, kömürle yüzünü siyaha boyamış. Her sene bu dönemlerde böyle yapar. Alevlerin ateşiyle aydınlanan sokağın karanlığında, nedense bu zenci adamın o çapkın dönme dolapçı olduğuna inanıyorum. Korkuyorum. Annem nerede? Belki de kardeşime bakmaya gitmiş. Onu seviyor şimdi. Kardeşim çalılardan atlayamayacak kadar ufak ama evin de efendisi. Büyük küçük adam. İşte kardeşim o. Biri göbek atıyor. Yedi çalı geride kalmış. Sokağın yokuş aşağı bölümündeyim. Bir ben varım, bir de o yüzünü kömür ile boyamış altın işlemeli kırmızı saten kumaşlı elbisesi olan hesapta zenci adam. Yanan çalılarda çekirdeklerin kabuğu yanıp kül oluyor, “Hacı Firüz / Gelir Nevruz / Kimin nesi? / O bir serseri!” Hacı Firüz kendisi gibi. Zenci adam küçük kardeşim gibi. Tek kardeşimi sanki yatağından dışarı çıkarmışlar gibi. Ağzına emziğini koydum, sesi çıkmıyordu. Güldüm, sanki onu boğmuş gibiydim. Kendi etrafımda döndüm. Saçlarımı açıp ipleri ateşe attım. Ellerimin içi ayaklarımın altı zonkluyor, dizlerim birbirine değiyor. Hapşırıyorum, gözlerim açılıyor. Evimizdeyim. Salondayım. Uyku aldı beni götürdü ve sonra geri getirdi, işte buraya olduğum yere geri geldim. Çocukluğumdan beri olduğum yere. Çocukluğundan beri olduğu yere. Bakıyorum, Bebek onu kucaklamış. Veranda içindeki şelalenin önündeler. Beni görmüyorlar. Sanki onu daha çok seviyorum. Satranç taşlarının sesini duyuyor, babamı görmüyorum. O yoktu. Hiç olmadı. Belki hiç babam olmadı. Ben yalnızım, ikinci çocuk gelmeden hep yalnızdım. Ben yalnız kalmayayım diye ikinci çocuk istenmiş. Bir değilim. İlk değilim. Tek değilim. Bu işte hepsi. Ben sıkıcıydım. Sıkıcı oldum. Yeterince var olamadım.

Kendime çeki düzen vermem gerekli. Yerimden kalkmalıyım. Bebek annenin çeyizi olan İtalyan markalı çatal bıçak takımını bahçenin ölü toprağına gömdüm. Paralarını koltuk içine sokuşturdum. Başka bir iş kalmadı. Gövdem suya ihtiyaç duyuyor. Gövdem susamış. Banyoya gitmeliyim, avucumun içini yere dayayıp yerden kalkmaya çalışıyorum. Vücudumun ağırlığını kollarıma yüklüyorum. Başım dönüyor. Başka çare yok, gövdem susamış. Kurumuş bir bitki gibi. Banyoya giriyorum. Küvetin kirli mavisine bakmıyorum bile. Temiz olmadığından eminim. Uzun süreden beri cif alacak param yok. Musluğu çeviriyorum. Sıcak su cildimin üstünden kayıyor, pişirilmiş şalgam gibi kızarıyorum. Saçlarım ıslanıyor. Saçlarım ne kadar dökülüyor bilmiyorum. İnce güçsüz saçlarım nasıl da kafamın derisinden kopup düşüyor görmek istemiyorum. Parmaklarımı tırmık misali saçlarımın arasına daldırıp saç derimi temizliyorum. Sanki tarlayı sürüyor gibi. Saçlarım kuşkusuz küvetin içine dökülmüş, pis sabun köpüğü ile birleşip küvetin giderinden içeri akıyor. Ölü kokusu alıyorum. Kedi gibi yıkanıp, dışarı çıkıyorum. Banyonun aynası buğulanmış. Kendimi göremiyorum. Yalnızım. Kendimle konuşan sesimi duyuyorum. Bir süredir kendi kendime konuşacak havamda değilim. Ev çıplak ve boş. Yarı açık banyo kapısından salonu görüyorum; ruhsuz, kendi halinde öylece duruyor. Havluyu etrafıma dolamış, mutfağın içinde dikiliyorum. Kahvaltı etmek istiyorum, karnım gurulduyor. Kimse yok. Karnım şiş, Afrikalı zencilere benziyorum. Kimse yok korkuyorum, kimse yok. Kimsesizim, kimsesiz ve garip. Kimse yok ona telefon açıp, “Canım hokkalı bir kahvaltı çekti, mısır gevreği, rafadan yumurta, bal ve reçel. Belki de ekmeğin üstüne badem ezmesi, yanında sıcacık bir Nescafe, üstüne de kırmızı elmadan bir ısırık. Kahvaltı sonrasında belki tek bir sigara,” diye konuşacağım biri yok. Sadece tek sigara, ne daha az ne daha çok. Ama kimse yok. Telefonu fişten çektiğime seviniyorum; çürük bir dişi çeker gibi. Dışardan patlayan havai fişek sesleri duyuluyor. Herkes orada. Şüphesiz kuruyemiş dağıtılıyor. Heftsin sofraları da hazır. Olsun, ben hepsinden önce duvara kendi Heftsin soframı çizmiş bulunuyorum. Yeşilliği hiç solmayan, kırmızı balıkları hiç ölmeyen, iğdesi bozulmayan, sumağı eksilmeyen, sirkesi küflenip kokusu evi sarmayan, sikkeleri güneşten olup hiç çalınamayan, saati yelkovansız olduğundan zamanı kovalamayan ve bu yüzden her günüm Nevruz olan ben; yumurtaları renk renk olup birinin içinden bir civciv çıkan ve aynasında benim yüzüm görünen bir Heftsin sofrasıdır bu duvara çizdiğim. Aynada ise artık ben olmayan birinin yüzü var. Bugünkü ben olmayan başka bir günün beni olan bir yüz. Hâlâ gelmemiş bir gün. Görüntüm aynada gülüyor. Leyla Teyzenin evindeki en güzel buğday şerbeti benim. Bu resmî duvarda kim görse bu buğday şerbetinin nedenli kuvvetli olduğunu anlayacaktır. Canım kuru yemiş çekiyor. Kuru üzüm ve leblebi. Gelecekteki görüntüme bakıyorum aynada; pek bir şey ifade etmiyor. Ben hiçbir zaman o olmayacağım. En iyisi artık Heftsin’i düşünmemek ve bu resme hiç bakmamak. Ne yapabilirim? Oturup beklemekten başka? Her şeyi satışa çıkarıp sattım. Kim bilir doğru olanın ne olduğunu? İyi ki telefonu fişten çekmişim yoksa bu evi bile elimizden çıkaracaklardı. Başarmalarını istemiyorum. Ellerine geçecek olandan pişman olmalarını istiyorum. Her yeri satranç tahtası gibi olan bir ev; kapının önünde iki kale ve salonda iki adet at, hep beraber duvara doğru dörtnala koşup kişniyorlar. Yezdanpenah Bey’in evi elimizden çıkarmasına karşı koyuyorlar. Baba! Satranç ustası baba! Ne yaptın bize sen? Hayatın bir kumardı ve sen her şeyi satranç masasında kaybettin, bizi de kaybettin. Hem de ne fiyatına? Düşünmek bile istemiyorum. Mezarına gelip yas çiçeklerine boğmak istemiyorum. Bir Fatiha bile okuyasım yok. Allah’ım, neydi günahım? Neden sen benim babam oldun ki? Neden ben senin kızın olup sana beddualar etmek zorunda kaldım ki? Canı cehenneme bu seni sevmeyen kızın. Senin canın da cehenneme. Cehennem ol git. Bu utancı yaşatan oğlunun babası olduğun için cehennem ol. Küçük büyük adam, büyük küçük adam. Erkek kardeşim evin ikinci adamı. Utanç kaynağı. Utanç kaynağı. Utanç kaynağı.

Mutfak çekmecesinde biraz cips var. Isırıyorum, sertleşmiş. Yine de yiyorum. Canım tuzlu bir şeyler çekiyor. Açım da. Tuzlu bir şey yemek istiyorum. Ama ne? Bilmiyorum. Yeter ki tuzlu olsun. Cep telefonum kapalı. Televizyon olmadığından müzik de dinleyemiyorum. Uydu antenini satıp parasını Sehand’in mangalına koydum. Adını Sehand koymuştun, sırf benden daha güçlü olsun diye. Dağ gibi olsun istedin. Ben ve Bebek annem gibi oyuncaklara benzesin istemedin. Ben kahküllü, annem ise vitrindeki bebek gibi. Yağlı boyalarım bitti. Tuvalim kalmadı. Sehand resim kâğıtlarımı yırtıp mangalında yaktı. Sonra da afyonu mangala koydu. Bugün bu işi bitirmem gerek. Dönüşsüz, temiz bir iş olmalı. Yukarıda senin eski bavulun duruyor. Neyime lazım? Odandan da nefret ediyorum. Gitmem gerek. Başka çarem yok. Salondaki merdivenlerden yukarı çıkıyorum. Kareli siyah beyaz taşlar üstünde yürüyorum. İşte ben, sürekli ayık, uyanık ben. Sürekli kendisiyle konuşan. Yani deli olmayan, sessiz olmayan ben işte. Baba dinle, seninle konuşuyorum, sana sesleniyorum. Bavulun yatağı olmayan karyolanın altında duruyor, belki de ondan hâlâ alkol kokuyor. Geğirme sesin kulağımda hâlâ. Sonu yok. Bir hava kabarcığı gibi ağır ve dalgın, sonra patlıyor. Dolabında peruğun ve tarağın duruyor, takım dişlerini de metal kutudan alıyorum, kullandığın işitme cihazı da orada. Başka ıvır zıvırların da var. Bunları ne diye saklıyorum ki? Ben mi saklıyorum? Ben nasıl da seni sevdim? Senden nasıl da bir put yarattım? Ben? Ben İbrahim gibi putları yok etmeliydim. Seni yok etmeliydim.

Kendime geldiğimde elimde havlu ile cenazenin yanı başında dikiliyorum, sen bavuldasın. Gözlüğün, kırık bastonun, işitme cihazın, peruğun, takma dişlerin. Nasıl oldu da Bebek senin gibi bir korkuluğu erkeği diye sevdi? Gerçi sen yıllarca bu odada tek başına uyudun, bizim yanımızda uyumak istemezdin. Kendi odanda kalmak isterdin, içinde yalnızlığını taşıdın. Yalnızlığını, satranç masasını ve sessiz seyircilerin ve o patlak korku dolu gözleri de. Dengesiz soluk alıp vermelerinle sen ve hepimizin bahtını alt eden o Hint işi satranç masası vardı. Onu fiyatına satma umudum yok, bu oyun tahtası ki uğursuzluğun ta kendisidir. Siyah beyaz acımasız kareler, bir işe yaramaz pigme askerler. İşte hepsi bu. Ta kendisi. Bu sıcak sıvı, aklımı tekrar başıma toplamama yardımcı oluyor. Keşke her gün duş alıp cips yiyebilsem. Satranç tahtanı, tüm o askerleri, atı, fili, kalesi, şahı ve vezirini bavula boşaltıyorum. Markası batsın, hepsi o şerefsiz Sehand’ın olsun. Hakikaten sana benzemiş. Kime dert yanayım? Hızla hazırlanmalıyım.

Siyah paltomu üstüme alıp ıslak saçlarımın üstüne bir şapka geçiriyor, yokuş yukarı olan sokaktan yukarı doğru yürüyorum. Bavul dağıldı dağılacak. Komşunun evinden sıcak kurabiye kokusu duyuluyor. Sanki onlara nesilden nesle miras kalan bu lezzeti yeniden pişirip pişirip sunuyorlar. Otuz yıldır bu kokuyu bilirim, bu Rus kurabiyesini o evde yapan büyükannenin yıllar önce dünyadan göçüp gittiğini de iyi hatırlıyorum. Onu ailece sevdiklerini de biliyorum. Onlar bizim gibi değillerdi. Kızları benimle yaşıttı. Caddenin kenarındaki sertleşmiş kar üstünden yukarıya doğru yürüyorum. Kızları benim oyun arkadaşımdı, sonraları internetten onun piyano ustası ve opera sanatçısı olduğunu okumuştum. O nerede? Sahnede. Ya ben neredeyim? Gandi Sokağı’nda çamur içinde. Halbuki beraber oyun oynardık. Bu düşünceleri bir yerde kusmam gerekirdi. Otobüsteyim. Tejriş’e varana kadar hazırlanmalıyım, nihayet bu işe noktayı koyacağım. Sıra kimin umurunda? Telefonumu yeniden bağlatmalıyım, hızla yaşama dönmeliyim. Seslere kavuşmalıyım. Beni beklemeyen seslere yaşadığımı müjdelemeliyim. Onlar kimler? Facebook’ta bile yoklar. Bana nerede olduğumu soran bir mesaj bile yok, kimse beni hatırlamıyor. Son sergimi beş yıl önce yapmıştım. Bunları düşünmemeliyim, sadece bavulu alıp yüzüne fırlatmalıyım. Tejriş durağında iniyorum. Meraklı bakışların ağırlığını üstümde hissediyorum. Bavula mı bakıyorlar yoksa beti benzi atmış yüzüme mi? Ne fark eder ki. Kesin olan şey bana baktıklarıdır. Ama bakışları tekin değil, bunu iyi biliyorum ama önemi de yok. Bu tılsım kırılacak. Tejriş Köprüsü altında uyuşturucu ziyafeti var gibi, polisin onlara pek taktığı yok. Karşıda Tejriş pazarı var, ötede bir okul burada bir durak. Bağımlılar ise ortada geziniyorlar, kafaları dumanlı. Kimsenin beni de iplediği yok. Biliyorum onlar birbirlerine uyuşturucu enjekte edip duruyorlar, kafaları iyi. Bulutlarda geziniyorlar gibi. Boş ve anlamsız bir hayat. Aşağı, nehre doğru iniyorum. Bavulun kolu parmaklarım arasından kayıyor. İçindekiler dağıldı dağılacak. Zorla da olsa aşağı iniyorum. Aşağıda, orada madde bağımlıların kabadayısı dikiliyor. Yabancı biri bana yaklaşmasın diye onu adıyla çağırıyorum, “Sehand!” Topluluk arasında onu görüyorum, işte kardeşim Sehand. Sehand orada, Tejriş köprüsünün altında pantolonunu yarıya kadar indirmiş, testisine iğne yapıyor. Gözleri mor halkaların ortasında derin bir çukurun içinde beyaz bir yumurta misali duruyor, elleri simsiyah. Yenik düşmüş hayata. Senin gibi baba! Aynen senin gibi. Artık mahallenin o züppe kayakçı genci değil. Senin basketbolcu, sporcu oğlun da değil, o şimdi bu sarsık boş gezenin kalfası olan bir genç. Beni görünce gülüyor, utanmıyor. Üstünde dün geceki pantolon var, dün gece tenime değen o iğrenç yaralı bereli vücudu. Sehand bir adım öne doğru atarak yaklaşıyor, gövdesi kemiklerinin üzerinde sallanan bir bayrak gibi. Yaralar ve çürüklerden oluşan bir iskelet. O mu yaklaşan yoksa üstündeki elbiseler mi belli değil. Elbiseleri bir iskelet üstünde sallanan bayrak gibi. Bana dikleniyor, sesini yükseltiyor. Yaralı bir çakal gibi bana saldırıp öldürmek istiyor. Altı pislik tutmuş tırnakları ve leş kokan nefesi ile bas bas bağırıyor, “Kancık karı! Senin burada ne işin var?” diyor öfkeyle.

Bavulu ona fırlatıyorum sarsık gövdesine çarpıyor. Bavul ile beraber kayıp çamurun içine düşüyor. Bavul açılıyor. Madde bağımlısı dostları bize bakıyorlar, “Al bu da babandan kalan mirasın. Bir daha gece kalkıp evime gelirsen polise ihbar edeceğim,” diyorum.

Bavul açılmış, at çamura gömülmüş, vezir enjeksiyon iğnesinin yanında yerde, şah başındaki taç ile pislik içinde. Babamın gözlüğünü nehirdeki akıntının alıp götürdüğünü görüyorum. Taşlara çarpa çarpa kırılıyor. İçimde gizli bir yer hâlâ buna üzülebiliyor. Neden? Bilemiyorum. Kaçıp eve dönüyorum, benim de arada bir onun ilaçlarından aşırdığım olmuştur. Dünyam kararıyor, onları yutuyorum. Hele geceleyin, korkularım tavan yapınca. Belki de hâlâ onda evin anahtarı var diye kilidi değiştirmek zorunda kaldım. Ama o duvardan atlayıp içeri giriyor. Ne yapabilirim ki? Konu komşuya ne diyebilirim ki? Nasıl olsa burası onun da evi. Herkes bunu biliyor.

Evdeyim. İlaçları aldım. Elimde bir bıçağın kabzasını sıkıyorum. Gelirse onu öldüreceğim. Ben mi? Cesaretimi toplamış durumdayım; kendi ellerimle onu öldürürüm. Onu, yani kardeşimi. Ben kardeşimi öldüreceğim. Bağışlamanın, göz yummanın da bir sınırı olmalı. Bir kez, iki kez… yeter be adam. Bana bir sokak kadını, pis bir orospu gibi davranıyor. Bana…! Üstelik yaşça ondan büyük olan bana yani. Ben ki onunla aynı kandanım, fikren ve vicdanen ona kadınlığım haramdır. Allah seni kahretsin baba. Oğlun her şeyi satıp uyuşturucuya verdi, kötü kadınlarla yedi tüketti her şeyini. Aynen senin gibi baba. Ama senden daha hızlıydı, yok etmekte ve tükenmekte senden daha hızlıydı. Gençken yaşlandı. Biliyorum yakında ölüp gidecek. Ölmekte de senden daha hızlı olacak. Varımızı yokumuzu tükettiği gibi ömrünü de tüketecek. Sen ömrünü alkole verdin, o ise afyona verdi. Ben de ömrümü ikinize verdim. Kumar, hastalık, yoksa satrancın tılsımı mı bu? Boşa değildi Bebek’in yalnızken gizli gizli bahçede şarap içmesi, sonra Bebek de küt diye gitti.

Bir balığa binmişim. Balığı altımda hissediyorum ayaklarım pullarına değiyor.  Oltanın ucuna yemi geçirmiş balığın gözleri önünde sallıyorum. Balık karşısında o güzelim solucanı görünce ona yaklaşıyor yaklaştıkça oltayı geri çekiyor ve gülüyorum. Nedense dönme dolapçı adamı hatırlıyorum sebepsiz. Öylece dalgalar ve mercanlar ortasında, ata binmiş gibi bir balığın sırtında ayaklarımla yanlarına vuruyorum. Balık kusuyor ve karnından annemin altınları dışarı dökülüyor.

Kendime geldiğimde Sehand’i karşımda buluyorum. Gövdelerimiz bütünleşmiş ve pis parmağı ağzımda. Yüzüne tükürüyorum. Evdeki telefonu polisi aramayayım diye kırıyor. Daha önce de cep telefonumu kırmıştı, yedek telefonumu da bulup pazarda satmıştı. Kameramı ve arabamı götürüp sattığı gibi. Her şeyi sattığı gibi. Şimdi de altınları bulmuş. Bavulun ve antika satranç tahtan onun ne işine yarar ki? İşte bu altınlar ile afyon esrar düzenini kurabilir. İstediğini yapabilir. Beni dövebilir, bağlayabilir, o pis parmağını ağzımda gezdirebilir. Bu son olaydan ne kadar geçiyor? Bilemiyorum.

Uğursuz miras bu demek; bu elimdeki resmî belge yani. Rüzgâr esiyor, Nevruz’un on üçüncü günü. Yaya geçidinin üzerinde dikiliyorum. Azadi Caddesi’ndeyim, yaya geçidi üzerinde, yarım bırakılmış, terk edilmiş biri olarak. Senin satranç tahtasının ortasındaki top gibi, düşsel taşların arasında kendi halime bırakılmış ben gibi. Kumara terk edilmiş. Hayat kumarına yani. Yaşamaya değil yenilmeye bırakılmışım.

Şimdi kendimi bırakacağım. Biri merdivenlerden yukarı çıkıyor, beni görüp engellemeden atlıyorum. Laboratuvardan aldığım belge havada uçuşuyor. Yere serilmiş cesedimi görüyorum. Bir araba yanımdan at gibi L yaparak geçiyor, bir kamyon vezir taşı gibi karşımda dikiliyor. Laboratuvardan aldığım resmî belge leşimin üstünde. Her şey bitmiş artık. Bir gün ev sahibi Yezdanpenah Bey evi görmeye gelse her şeyi görecek. Ne kadar mutluyum bilseniz, kimse benim kadar mutlu olamaz, aynen böyle düşünüyorum ve gelecekteki ben duvar üzerinde çizili duruyor, Heftsin sofrasının aynasında gülerek. Hayatını kaybettiğin adam, işte bu Yezdanpenah Bey senin hırsının benim mutluluğuma nasıl sebep olduğunu görecek. Senin yenilgini, hayatın kapısını benim üstüme nasıl kapattığını göreceği gibi. En azından ben böyle düşünüyorum. Şimdi anlıyorum, aşerdiğimi şimdi fark ediyorum. Canım tuzlu çekmişti. Senin hırsların, yenilgilerinin meyvesi işte burada, benim karnımda. Her şeyi duvara parça parça çizdim. Duvardaki resim her şeyi anlatıyor. El yazım bas bas bağırıyor, senden iğrendiğimi…

translated by Turgut Say

داستان ( چاتورانگا ) از مجموعه داستان ( خیابان گاندی ) نوشته ی ساناز سیداصفهانی در کتابخانه ی کوکتلایم سیتی سنتر کانادا زیرنظر دکتر فرزان سجودی نقد و بررسی شده است .

لینک مجله ی اینترنتی ترک زبان را در این آدرس می توانید باز کنید . http://songemidergisi.com/caturanga-sanaz-seyed-esfahani

http://songemidergisi.com/

همچنین شما میتوانید این داستان را در ساند کلود بشنوید .

قسمت اول چاتورانگا را در این جا بشنوید . خوانش : سانازسیداصفهانی

قسمت دوم چاتورانگا

قسمت سوم چاتورانگا

قسمت چهارم چاتورانگا

قسمت پنجم چاتورانگا ( آخر )

درباره ساناز سید اصفهانی

متولد 14 . 9 . 1360 در تهران ، از سن پنج سالگی وارد هنرستان عالی موسیقی شد و بعد به مدرسه ی هنر و ادبیات ِ صدا و سیما رفت . ساز تخصصی او پیانو بود که به صلاحدید خانواده از ادامه ی تحصیل در این رشته به صورت تخصصی منصرف شد و وارد رشته ی ریاضی فیزیک شد و پیانو را در کنار درس با اساتید مجرب به صورت خصوصی فرا گرفت . او دارای مدرک انیمیشن کامپیوتری از مجتمع فنی تهران میباشد و همزمان با تحصیل و کار در این رشته وارد دانشگاه سوره ی تهران شد و در رشته ی تئاتر ، گرایش ادبیات دراماتیک تحصیل کرد . همزمان با ورود به دانشگاه شروع به همکاری با مطبوعات شد . او با روزنامه هایی چون همشهری ، همشهری مناطق ، اعتماد ، اعتماد ملی ، شرق ، تهران امروز ، فرهیختگان و ماهنامه ی ادبی گلستانه ، مجله ی نقش آفرینان ، ماهنامه ی رودکی و سینما- چشم ( روح سرگردان موزه سینما )، ماهنامه ی سیاسی فرهنگی دنیای قلم . . . همکاری کرده است .

همچنین بررسی کنید

گفتگوی ساناز سید اصفهانی با علی قورچیان

در چندمین روزِ بازی‌های المپیک هستیم و اخبارِ مدال‌آوران، دنیای مجازی را پُر کرده است. …